SAMİ HOCA’NIN GÜNLÜĞÜ
11.03.1994
Sevgili okuyucularım diye başlamak geldi içimden. Ama düşündüm ki, buna hakkım yok. Bu daha çok köşe yazarlarının hakkı olsa gerek. En iyisi ben sevgili dostlarım diye başlayayım söze. Anlatacaklarım var:
Eşim ve ben Mart başından beri huzurevindeyiz. Yazgıda burada yaşamak da varmış. Ben hep son durağın Silifke’deki evimiz olacağını tasarlardım. Şimdi görünen ise öte dünyaya göçün, büyük bir olasılıkla, buradan gerçekleşeceği yolunda.
Bahçeli üç evin kapısını kilitleyip, burada tek odaya tıkılmak, buna razı olmak kolay olmadı. Özellikle çalışma odamdan ayrılırken gözlerim doldu.
Avunmak için yazı makinemi aldım yanıma. Sonrada ‘neyse ki beynim benimle’ diye düşündüm.
Yazma uğraşımı sürdürürsem pek bir şey değişmemiş olacak gibi geldi bana. Ve daha fazla üzülmemek için de bahçe kapısını kaparken arkama bakmamaya çalıştım.
04.04.1994
Yazmayalı epey zaman geçmiş. Akıp giden bu süre içinde yeni yerimize, daha doğrusu yeni yaşam biçimimize uymaya, alışmaya çalıştık. Burada usa bir soru gelebilir: Neden huzurevi?
Evet, kızımız var, oğlumuz var; ikisinin de evleri, ocakları var. Onlardan herhangi birinde kalmamızı engelleyen bir sorun da yok. Dahası, bu girişimimizi gelinimiz öğrendiğinde bizi gözyaşlarıyla engellemeye çalışmıştı.
Ancak yaşlılıklarımızdan kaynaklanan çeşitli sorunlarımızla onları huzursuz etmeğe hakkımız yok. Ayrıca onlar ne hekim, ne hemşire ve ne de hastabakıcı.
Kanımızca kişi zorda kalmadıkça evlatlarına yük olmamalı. Burada hekim de var hemşire de. Gerektiğinde ücret karşılığı hastabakıcı bulmak da olası.
Burada bize büyücek bir oda verdiler. Odayı yöneticilerle ortaklaşa donatıyoruz. Buzdolabı, TV vb.ni biz getirdik. Geri kalanını kurum sağladı. En önemlisi de, bana geniş bir çalışma masası verildi. İki gün sonra da kitaplarım için büyük bir kitaplık gelecek. Sözün özü olanla yetinmesini bilirsek, konforumuz tamamdır.
Biliyorum, huzurevinin imajı ürkütücü. Bunun nedeni burada barınanların genelde yoksul, yaşlı ve sağlıksız olmaları. Bu insanlar için huzurevi son durak, son bir sığınma yeri. Ve bu nedenle de görüntüler iç açıcı değil.
Bir başka deyişle burada ‘insan manzaraları’ acı verici. Bizim huzurevinde 80 kişi yaşıyor. Bunların birkaçı yatalak, yemekleri ayaklarına geliyor. Geri kalanlar yatılı okullarda olduğu gibi, saati gelince yemekhanede birlikte yiyoruz.
Bir bölümünün beli bükük. Bunlar içinde ancak bastonla yürüyebilen, hatta çift baston kullanmak zorunda olanlar bile var. Kimi iyi göremiyor, kimi de yeterince işitmiyor.
Akıl ve mantıktan yoksun olanlar da var. Yok yere kavga bile ediyorlar. Aramızda kravatlı bir kişi var, onun da sol ayağı yok.
Bu görüntüler benim hiç dinmeyen başkaldırımı iyice azdırıyor. Yüce Tanrı ne ister biz kullarından? Belimizi bükmeden, gücümüzü sıfırlamadan, yüzümüzü buruşturmadan, bütün bunlara bir yığın da hastalık eklemeden de dünyamızı değiştirebilir, bizi yok edebilir. Çünkü onun her şeye gücü yetermiş? Gel gör ki…?
Kurumun güzel bir yapısı var. İki katlı “L” biçiminde, geniş, ferah ve temiz. Odalar, salonlar ve koridorlar halıfleks döşeli. Tek kişilik karyolalar odaların genişliğine göre yerleştirilmiş. Bir kişilik, iki kişilik, üç ya da dört kişilik gibi.
Altı tane dinlenme yeri var. Kiminde oyun oynanıyor, kiminde TV izleniyor. Kiminde ise yalnızca dinlenmeye izin var. Bahçe ise ağaç ve çiçeklerle bezeli. Yemekler bol, nitelikli ve bıktırıcılıktan uzak. Çay ocağı, berberi, terzisi var. Ayrıca çiçek atölyesi, hatta kitaplığı var.
Yöneticiler bu seksen yaşlı insana karşı ise kırıcı değil, tersine sevecen. İkimize karşı olan tutumları ise saygı dolu. Bu gidişle, müdür oğlumuzun, yardımcısı da kızımızın gönlümüzdeki yerlerini alacak gibiler. İşte, özellikle bu son neden bizi rahat ve mutlu etti.
Ama memleketimdeki yaşantımı da arıyorum. Önce her yanı kitap dolu çalışma odamı. Sonra yıllardır beni mutlu eden bahçemi. Ben o bahçenin ot, ağaç ve çiçekleriyle yaşadığımı duyumsuyordum.
Bir de umutsuz yere arkadaşlarımı anıyorum. Umutsuz yere, çünkü söyleşebileceğim arkadaşlarım hep göçüp gitti. Rahmetli İsmet İnönü gibi, ben de giderek uzun yaşamaktan doğan yalnızlığın burukluk ve acısını tadacağım.
*Bu metin; yaşamını huzurevinde eşiyle sürdüren Sami Hoca’nın günlüğünde yer almaktadır.