Ragıp Bey: Şarkılar Söyle İçinden, Boş Ver!
Ragıpcada ‘yaşlılık=yalnızlık’ demekmiş. “Ben yaşlanmam!” diyen Ragıp Bey bir gün yaşlanıverdiğini anlayınca!..”Hep senin yüzünden!” derdi bana, “Niye bu gül bahçesini daha önce vaad etmedin? Yoksa ettin de, ben mi duymadım kalabalıkların içinde!”
Çemişkezek(!) Huzurevi binasının iç avlusu, her mevsim başka güzellikler sunardı insana. Salkımsöğüt havuzu gölgelerdi, çamlar oturma yerlerini, pergole oyun masalarını. Süreç içerisinde her çeşit gül fidanı dikildiğinden avlu, pek ‘gül’süz kalmazdı.
Havuz kenarındaki saksılara mevsime uygun -menekşe, sakız sardunyası- çiçekler dikerdik. O yıl envai renk tabak gülü, kudurmuşcasına açmıştı.
Güllerin davetini reddedemeyen kameraman, röportaj yapacak muhabiri avluya yönlendirmişti. Huzurevindeki babalar günü kutlamasına ilişkin bu haberi televizyonda izleyen Ragıp Bey “cenneti buldum, işte!” deyip, ‘cennet’e giriş koşullarını öğrenmek üzere ertesi gün uçağa atlayıp gelmişti.
Sadece tabak güllerinin açtığı dönemi değil, avlunun her mevsim her ay başka olan güzelliklerini yaşadı bizimle.
Filoloji mezunuydu. Uzun yıllar çalıştığı Amerikan şirketinden emekli olduktan sonra, memleketinden daha büyük şehire gelmişlerdi. Ortağı olduğu eğitim kurumunu ticaretin geçerli(!) ahlak kurallarına uyamayıp, batırmıştı.
İki çocuklu, evli (gibi), zaman içinde ‘an’ların önemine binaen hareket eden, yaşam içinde güzel ne varsa -yada o an ona güzel gelen- koşup gidiveren, riske girmez ise hayatın ‘şaşaa’sını yitireceğini düşündüğünden hep yüksek riske oynayan Ragıp Bey’in tüm güzel sanatlarla -özellikle edebiyat, ille de şiir- flört ötesi ilişkisi vardı.
Hayatın ilgili taşkalasında kendisiyle aynı basamakta ol(a)mayanlara – artık anne / baba olan çocukları da dahil- cevaz vermeyen,’ Nietsche’ nin ‘beni öldürmeyen, her şey beni daha güçlü yapar’ mantığını yaşama geçirip, kendi çevresinde harelenen aslında ‘travmatik’ olan şeylere ‘sıradan’mış muamelesi yapan biriydi, Ragıp Bey.
Geniş çaplı döngel dikenli tellerle çevrili sınırlarını, azıcık gevşetirse çıplak haliyle yakalanacağından ürküyordu sanki. İletişim-etkileşim becerilerinin yüksek olması, sınırları dahiline aldığı -şanslı- insan sayısını da yükseltmesini gerektirmiyordu. Yaşamdaki ‘banal, naylon, imitasyon’ ilişkilerden kendini böylece kollayarak, mutsuzluk yüzdesini aşağılara çekiyordu.
Benim koşuşturmalarıma tanık olduğunda o zarif gümüş at başlıklı bastonuyla kapsama alanıma girer: “N’oluyor? Memleket elden mi gidiyor hanfendi?” dediğinde: “Dur, soluklan hele! Sonra devam et! ” talimatına uymam gerektiğini bilirdim.
Yaşamındaki şanssızlıkları, yarattığı başka artılarla yokumsamayı tercih ediyordu.
Yaşamındaki şanssızlıkları, yarattığı başka artılarla yokumsamayı tercih eden Ragıp Bey’e; özel ve güzel bir insan olmanın getiri / götürüleri neydi? Bilmiyorum.
Kısık -yoksa boğuk mu?- sesle konuşur, sigarayı içmeyip, yerdi sanki. Yeni Harman paketi, kapağı mineli gümüş kül tablası, manyetolu ronson marka çakmağıyla bütünleşmişti.
Huzurevindeki odasını işlevsel, şık, antik değeri olan mobilyalarla döşemiş, “my single world” adını takmıştı. Odasındaki tül perdesiyle, yatak örtüsünün rengi eflatun diye, “feminist” oluvermişti.
Orta yaşlı ‘ahbab’ım dediği kişiyle her pazartesi sabahı gittiği yerin Şengül Hamamı olduğunun öğrenilmesi Huzurevi İstihbarat Teşkilatı -HİT- için zor olmadı. “Bayılırım dedikoduya ! “ deyip, huzurevinde olup biten ne varsa bilen ve de aktaran yaşlımızdan- adı Abuzittin olsun- aktüel haberleri alırdı. Abuzittin Bey’e ‘HİT ajanı’ derdi.
Arkaya yatırarak taradığı briyantinli saçları, özenli giyimi, ipek fular-mendilleri, ille de ‘rob döşambır’ı nedeniyle kendine “Hulusi Kentmen’in minyatürü” dendiğini öğrendiğinde çok gülmüştü.
Kızı ve oğlu istediği her an babalarına ulaşabilsinler diye ilk çıktığında hemence cep telefonu edinmişti. Pek çalmazdı telefonu.
‘Walkmen’inin kulaklığı, klasik müzik dinlemesinin yanı sıra, tanık olmak istemediği konuşmaları işitmesini de engellerdi. Kalem pillerin dayanıksızlığından, pahalılığından yakınır: “Hayata bir daha geldiğimde pil fabrikası sahibi birinin kızıyla evleneceğim!” derdi.
Huzurevinde Ragıp Bey ve altı kişilik kadınlı, erkekli saz heyetinin -her biri nev’i şahsına münhasır- oturduğu yere, yüksek perdeli kahkaha seslerini izleyerek ulaşırdık.
“Shakespeare deryadır!” der çok keyifli olduğunda yada anı geldiğinde bize soneler okurdu. Anılarını yazdığını, ancak -huzurevinden önceki- son yıllarını yazmağa sıra geldiğinde devamını getirmeyip, yaktığını söylemişti.
Memleketindeki kütüphane-çalışma işlevli bürosunu boşaltmayı düşündüğünü, listesini gösterdiği yaklaşık yedi bin kitabını huzurevine bağışlamak istemini ilettiğinde “huzurevi yerine, memleketindeki kütüphaneye bağışlamasını” önermiştim. Yaptı: Kültür Bakanlığı antetli teşekkür belgesini çerçeveletip, oda duvarına astı.
Ragıpcada ‘yaşlılık=yalnızlık’ demekmiş. “Ben yaşlanmam!” diyen Ragıp Bey bir gün yaşlanıverdiğini anlayınca!..
“Hep senin yüzünden!” derdi bana, “Niye bu gül bahçesini daha önce vaad etmedin? Yoksa ettin de, ben mi duymadım kalabalıkların içinde! “
“Son kullanma tarihimden önce raftan çekilirim!”” dediğinde satır arasında, ürktüğümü belli etmediğimi sanmıştım. Eklemişti: “ambalaj bozulur, akar, kokarsam!”
Korktuğu / korktuğum olmadı.
“Artık yıldızlardan ayırt edilemeyen Ragıp Beye bir şey hediye et!” deseler, Sertap Erener’in,
“Her gün bir şey daha biter
Giderek acı vermez biten şeyler
Kayıtsız bir razı oluş başlar
Sıradan izler bırakır en tutkulu aşklar
Aldırma deli gönlüm
Giden gitsin
Sen şarkılar söyle içinden, boş ver!” şarkısını hediye etmekle yetinmez, üstelik, kötü sesimle avaz avaz bağırarak söylerdim.
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.