Mamak Kapısında Anne Olmak
Onca Çileden Sonra‘yı okuduğum gecenin sabahı aradım Perihan Teyze’yi “Görüşebilir miyiz bugün” diye. İki saat sonra evindeydim.
Ona sarıldığımda aldım; tenindeki lavanta kokusunu.
Demlediği çayın, kızarttığı böreğin kokusu sarmaladı beni; sımsıcak.
Sekiz saat boyunca serbest çağrışımla söyleştik; bir ana-kız gibi aslında.
İşte aşağıda okuyacaklarınız bu güzelim beraberliğimiz esnasında tutulabildiğim notlar…
Perihan Akçam anlatıyor.
Niye mi yazdım?
O kadar çok şey yaşadım ki. Yaşadıklarım kendime mi kalsaydı! Zaman çabuk geçiyor Gelecek kuşaklar 1980 darbesini bilmeyecek. 12 Eylül unutulmamalı. 12 Eylül tarih olarak çok konuşulacak. Konuşulmalı da. Neler olmuş? Neler yaşanmış?
Ben 12 Eylül’ün siyasi boyutlarını yazmaya kalkmadım. Ben en çok 12 Eylül’de yaşanan hukuksuzluğu, adaletsizliği, işkenceleri anılarıma yaşantılarıma dayanarak yazmaya çalıştım. O dönemi gelecek kuşaklara bir öğretmen olarak; siyasi yönüyle değil, okuduklarında biraz düşünmeleri hatta yer yer gülmeleri için yazdım.
Nasıl yazdım?
Cahit çıkalı dört beş yıl olmuştu Dursun’un [Akçam] yanına Almanya’ya gitmiştim. Sene 1993. Yabancı bir ülkedesiniz. Hep gezilmez ya. Zamanım bol. Okunacak kitap da. Bir gün evde otururken “Herkes yazıyor. Ben niye yazmayayım?” dedim ve başladım yazmaya. Akşam Dursun geldi “Ben Mamak’ta yaşadıklarımızı yazmaya karar verdim” deyince “İyi olur, yazmalısın” dedi.
Gündüzleyin yazardım. Akşamleyin eve gelen Dursun “Getir bakalım Ne yazdın bugün” der, eline aldığı notlarımı kalemle bir kompozisyon okur gibi, edebiyatçı gibi düzeltmeye başlar; “Sen yaşamadın, ben yaşadım. Yaptığın düzeltmelerle yazdıklarımı özünden uzaklaştırıyorsun” dememden de hoşlanmazdı.
Taner [Akçam] “Babama gösterme yazdıklarını. Sen yazmaya devam et. Ben senin istediğin gibi daktilo ederim” dedi bana. Öyle de yaptık. Taner’in olmadığı zamanlarda Dursun “Getir hiçbir şeye dokunmayacağım” der, daktiloda yazarken yine düzeltmeye kalkışınca, tartışırdık.
Almanya dönüşünde Cahit “Yazdıklarını ben daktilo ettiririm” dedi. Bitti yazacaklarım. Hani edebiyatçılar yazdıklarını bir kenara koyup, dinlenmeye bırakır, sonra düzeltir ya. Edebiyatçı olduğumdan değil, nerede basılacağı belli olmadığı için bir kenara koydum.
Ardahan’ın Ölçek Köyü’ndeyiz. Dursun’un babasının evinin yerine bir taş ev yaptırmıştık. Oradayız; eşimle. Çok severim orayı. Emekli olunca Ankara’nın dışında, büyükşehirlerden uzaktaki bir köyde tek odalı da olsa, küçük bir bahçesi olan bir ev yaptırmayı, maydonoz-soğan ekip onlarla uğraşmayı hayal ederdim.
Ayağım yere, toprağa değmeliydi. Emekli olduğumda bu hayalimi düşünmek bile aklıma gelmedi. Niye? Artık çocuklarımla ilgili, onların fikirlerinden dolayı problemler yaşamağa başlamıştım. 1977’de Taner yurt dışına kaçtıktan bir iki ay sonra, Mayıs ayında, emekli oldum. Ayağım toprağa değemedi ama kısa süre sonra Mamak’ın çamuruna taşlarına değdi.
Nerede kalmıştık? Evet, köydeyken kitabımın Alan Yayıncılık’tan basılacağını öğrenince yanımda getirdiğim nüsha üzerinde çalışmak istedim. Kendi yaşadıklarımı okurken, belki rakımın da etkisiyle, tansiyonum yükselmeye başlayınca bıraktım düzeltmeyi.
Kitap yayımlandığında aldığım tepkiler mi?
Çok olumluydu. “Eline sağlık” diyenler oldu. Mamak’ta yatanların yakınları ve Mamak anneleri “Yaşadıklarımızı aynen yazmışsın” dediler. Yazdıklarım yaşadıklarımızdı. Abartmadan, üstüne hayal gücü eklemeden, sözcüklerin cümle yapısının üzerinde oynamadan aynen yazmıştım her şeyi. ‘Keşke şunu da yazsaydın” diyenler oldu. Mesela…
İsmet [Pekdemir] Hanım “Biz Mamak anneleri; nereye gidersek gidelim bizi tanıyorlar; ‘damgalı eşek’ gibiyiz” derdi sık sık. Keşke onu da yazaydın diyenler oldu.
Milletvekillerinin halkla görüşme günlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gidip onlara derdimizi anlatırdık. Bizi öğle yemeğine davet ederlerdi. Böyle bir yemek sırasında ‘ana’lardan biri: “Uyyyy… Ne iyi ki ben o oğlanı doğurmuşum. Oğlan da bu işleri yapmaya kalkışmış. Bende meclise geldim; burda yemek yiyom. Yoksa beni kim buralara getirirdi” demişti. “Bunu da yazsaydın ya” diyenler oldu.
Mamak analarını mı anlatayım?
Mamak anaları merttiler, yürekliydiler, insandılar ve ‘ana’ydılar. Biz içerideki çocuklarımız için birleşip bir araya geldik. Tanımazdık birbirimizi. Çocuklarımız tanırdı birbirini. Anaların çoğu bilinçli değildi.
Çocuklarının ne için Mamak’ta olduğunu bilmeyenler, okur-yazar olmayanlar da vardı aramızda. Bu onların kusuru değil, onları okutmayanların suçuydu ve utanması gerekenler onlar değil, onları okutmayanlardı. Kendimi onlardan farklı görmezdim. Cahildiler ama çok akıllıydılar; içerdeki çocukları gibi. Onlara bir şey anlattığımızda çok çabuk kavrarlardı.
Biz analar 42 gün süren açlık grevi hariç haftanın dört günü beraberdik. Pazartesi-Çarşamba-Cuma mahkeme, Salı görüş. Tam sekiz yıl beraber oldum onlarla. Sıkılmadık birbirimizden. Bir aradayken çok da gülerdik. Her şeyimi rahatlıkla paylaşırdım onlarla. Mamak kapısında ben o analardan çok şey öğrendim.
Bana güvenirler; “Sen ne söylersen doğrusunu söylersin” derlerdi. Açlık grevi ve ölüm orucu süresince, tam 42 gün, çocuklarımız ölümle pençeleşirken biz analar da uçan kuştan medet beklediğimizden çalmadık kapı bırakmadık. O sürede meskenimiz Mamak kapıları değil, Güvenpark olmuştu.
Fedime Anayı anlatayım sana!
Bir görüş gününde kapının önünde yere oturmuş şişman, şalvarlı, başı örtülü ağlayan bir kadın gördüm. Yanına gidip niye ağladığını sorduğumda “Oğlumu idam edeceklermiş” dedi. İddianame filan bilmiyor. “Bugüne dek dövdüler, işkence ettiler ama öldüremediler. Bundan sonrada idam edemezler. Sen üzülme, ağlama. Çocuklarımızın yaptığı bugün suç” dedim.
Ama yanılmışım hala suç; o ayrı mesele.
O ananın adı Fedime [Fırat] idi. Kuşadası’ndan gelmişti. Görüş sonrası bize getirdim onu. Aradan 30 yıl geçti. Fedime Ana benim şimdi en yakın dostum. Her yıl Kuşadası’ndaki yazlık evime gittiğiminin ertesi günü, onun yanına, Kirazlı Köyü’ne gitmezsem kendimi suçlu sayarım.
Tanıdıklarına, komşularına beni “Bacım” diye tanıştırıp ardından Mamak günlerimizi anlatmaya başlar. Der ki: “Ben Perihan Bacımla tanıştıktan sonra oğlum için hiç ağlamadım Biliyorum ki; onu asamayacaklar.” Birlikteyken dünyalar bizim olur. Bana anlatır her şeyini. Bulgur aşı, baldırcan yemeği yaparız birlikte keyifle ve kıkırdaşarak yeriz. Yıllardır kışlık nevalemi yapar bana.
İsmet Hanım'ı da anlatayım sana!
Önceden tanımazdım İsmet [Pekdemir] hanımı da. Mamak’ta dost olduk onunla. Hayat dolu bir insandı. Gözleri ileri derece miyoptu ve gözünün içine soka soka okurdu gazeteyi.
Televizyonda sabaha kadar oturup izlediği Siyaset Meydanı’nı anlatırdı bana; satır satır. Çok süslü ve bakımlıydı. İyi giyinirdi. Çok misafirperverdi. Evine gittiğimizde bizleri ‘hac’dan gelmiş gibi karşılardı. “Siz benim için hacdan-şimdikiler gibi değil tabii- gelenlerden daha değerlisiniz” derdi.
Hatice Hanım'ı da anlatmalıyım sana!
İstanbul’da yaşardı Hatice (Forta) Hanım. Sık gelmezdi ama, geldiğinde ya bende ya da İsmet Hanım’da [Pekdemir] iki üç gün kalıp görüş yapar, mahkemeye giderdi. Yanında kavanozlarla, kaplarla zeytinyağlılar, börek-çörek getirmesine kızıp “Burada yok mu yiyecek?” dediğimizde “Mamak’tan dönünce ne yicez” derdi. Hatice Hanım’ı da anlatmalıyım sana!
İsmet Hanım “Ordan buraya yemek getirilir mi; çatlak” dediğinde ise “Ben değil, sensin çatlak” cevabını verdiğinde gülüşürdük hepimiz.
Namazında niyazındaydı. Göz ucuyla kılardı namazını. Duruşmalarda gizlice tespih çeker, dua okur, çocukların ve heyetin üstüne üfürürdü. “Allah çocuklarımıza sağlık, sabır ve hâkimlere de merhamet versin” derdi.
Hatice Hanımın bir gelişi, kaynımın oğlunun düğününe denk geldi. “Seni bu akşam bir yere götüreceğim” dediğimde bir ananın evine gideceğimizi sanmış. Öyle olmadığını öğrenince “Her şeyini tamamladın da düğünün mü kaldı?” dedi bana.
Ben “Biz de varız demek için gideceğim” dedim. O gelmeyecekti. Süslenip püslendim, kürkümü giydim. Taksi çağırdım. Evden çıkarken “Seni kaçırıp, n’apsınlar ama sırtından kürkünü alırlar” dedi.
``Biz Mamak Anaları`` diye başlardık söze
Hacer [Öztürk] Ana, Medine Bacı, Sümer Teyze çok iyi, çok onurlu insanlardı; tüm diğer analar gibi. Sen-ben yoktu aramızda. Evlerimiz hepimizin eviydi.
Teselli ederdik birbirimizi. Ağlamazdık Mamak’ta hiç; askerlerin yanında. Biri ağlayacak olsa kızar “ağlama” derdik; dinlemese de. Kızamazdık çünkü ağlamak onun kendini ifade etme biçimiydi. Askerlere yalvaranlara, dil dökenlere kızardık ama engelleyemezdik çoğu kez.
Ben ve bazı arkadaşlarım resmi kişilerle görüşürken, onlara maruzatımızı anlatırken, yanlış anlaşılmayalım diye, özenle seçerdik sözcüklerimizi. Ses tonumuza dikkat ederdik. Bazı analar da cahil cesaretiyle çok düz anlatırlardı içinden geçenleri. İnan olsun; bizim 10 cümlemizden daha etkili olurdu onların söylediği bir kelime veya cümle.
İsmet Hanım'ın mezar taşında ``Mamak Anası`` yazılı
İsmet’i erken kaybettik; biliyorsun. Bizim “Mamaklı çocuklar” yaptırdı mezarını. İsmet’in oğullarına kızına “O bizim de anamız. Biz yaptırcaz” demişler ve mezar taşına da “Mamak anası” yazdırmışlar.
Çok gülüşürdük kendi aramızda
Kitapta da yazdım; okumuşsundur. Genelkurmay’da Cemil Paşa bize çok iyi davranmıştı, hep. Çocuklar tecritten çıkıp, koğuşlara alınınca elimizde kocaman bir çiçekle dört beş ana teşekküre gittik; yanına. Hep derdimizi anlatmaya gitmiştik; bu kez de teşekküre yani.
Cemil Paşa “Dur, dur Paşa gardaş” diye lafa giren anneleri de dinlerdi güzel güzel. Çiçeğimizi verip çayımızı içtik ve ayrıldık oradan. Daha önce birlikte gittiğimiz ama bu kez ulaşmak isteyip ulaşamadığımız analardan biri bizim Paşa’ya gittiğimizi sonradan öğrendiğinde “Tühhh.. Geleydim paşamın bir sigarasını içerdim” deyince çok gülmüştük.
Mamak babaları mı?
Babaların sayısı analar kadar çok değildi; düzenli görüşe, mahkemeye gelen, 42 gün boyunca bizimle olanların sayısı fazla değildi.
Adamlar, babalar yani; hayatlarında böyle bir şey görmemişler ki… Çocuğunun büyümesini uzaktan izlemişler. Çoğu oğlunun kızının n’aptığını, ne okuduğunu, kaçta olduğunu bilmezdi.
Çocuklar analarıyla paylaşır her şeyi. Bizim babamız da, Dursun da; mesafeliydi çocuklarıyla. Dolaylı öğrenmeyi yeğlerdi; yüz göz olmamak adına.
Mamak kapılarında niye analar vardı?
Çocuğuna emek harcadığı için, dokuz ay karnında taşıdığı için, yediği yemekle karnında beslediği için. Analar bebeğine bir şey olmasın diye korur kendini.
Biz Mamak anaları aslında emeğimizin peşindeydik. Ondan bir şey beklediğimizden değil, analık için, insanlık için peşindeydik evladımızın. “Ana olan bilir” lafı geçerli değildi bizim için.
Biz analık için değildik peşlerinde. Onları büyüttüğümüz, sevgimizle sarmaladığımız, şekillendirdiğimiz için yanlarındaydık.
Biz erkek toplumuyuz. Bazı babalar “erkekler ağlamaz” deyip, daha diri duruyordu yanımızda.
Ben içerdeki çocuklarımıza kızardım. Niye? Anlatmamışlar kendilerini, yaptıklarını, inandıklarını, ne için mücadele verdiklerini hiç. Suçlu kimdi? Bilemiyorum.
Ana sabahtan okula göndermiş çocuğunu. Bilmez ki; sonra ne yaptığını. Sormadıysa ana-babalar, söylememiş oğlanlar.
12 Mart
12 Mart dönemi. Dursun yeni çıkmış cezaevinden. Memuriyetten uzaklaştırıldığı için tüm gün evde, yalnız başına. Okuyor, yazıyor işte. Taner ODTÜ’de [Ortadoğu Teknik Üniversitesi] öğrenci.
Alper Tıbbiye’de. Yasemin de yeni başlamış üniversiteye. Cahit lisede. Ben de okuldayım. Evimiz hep kitap doluydu. Kütüphanenin alt kısmında kapaklı bir dolap vardı.
Dursun açmış o dolabı: “içinde ne var acaba” diye. Bir bakmış ki… Bir sürü yasak yayın, bildiriler, Mahir Çayan’ın ‘Kesintisiz’leri filan. Akşam yemeği zamanı. Dursun seslendi: “Alper… Taner… İkiniz de yanıma gelin” diye.
Yan odaya geçti. Bulduklarını dizmiş masanın üstünde. Aralık kapının önünde, ayakta bekliyorum “N’olacak şimdi” diye.”Kim getirdi bunları eve “diye sordu yüksek sesle.
Taner “ben” dedi. “Sen ne cesaretle bunları eve getirirsin. Bu ev gözlem altında. Benim bunlardan haberim yok. Gelip bulurlarsa ne diyeceğim gelenlere haberim yok dersem inanacaklar mı? Ben yeni çıktım hapisten. Bir daha da oralara girmek istemiyorum.”
O böyle söylenirken Taner giriverdi söze: “Biz sokakta faşizmle uğraşıyoruz. Meğer faşizm asıl bizim evdeymiş.” Dursun çok sinirlendi: “Ben şimdi senin gözünde faşist mi oldum. Çabuk evi terk et. Gözüm görmesin seni” diye bağırdı.
Kalbim çarpıyordu: “Bu işin sonu nereye varacak! Oğlum kapıyı çarpıp çıkarsa ne yaparım” diye. Çünkü yurttan da atılmıştı ve kalacak yeri yoktu.
Taner babasına döndü: “Sen kimi kimin evinden kovuyorsun. Burası benim babamın evi. Hiç bir yere gitmiyorum” deyince Dursun kafasını eğip odadan çıktı.
Hemen Taner’e sarılıp “Hiii, canım benim” deyince “Anne ne sanıyorsun? Seni bırakıp nereye gideceğim. Nerem var ki başka? Tabiî ki buradayım.”
Bizim ailemizden bir örnek daha anlatayım sana!
Üniversiteli Kadınlar Derneği Başkanı Nermin Abadan, Dursun’u Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenledikleri “Kadın hakları”yla ilgili bir toplantıya konuşmacı olarak davet etmiş. “Sen de gel” dediğinde “Gelmem, işim çok. Yemek yapcam” filan desem de, el mahkum gittim.
Mümkün olabilen en şık şekilde giyindim kendimce. Ama dinleyici kadınlar o kadar şık ve bakımlı ki. Kürkler, tayyörler, saç-baş, takılar. Bir kendime bakıyorum bir onlara. Toplantıda “kadınlarımız, kadın hakları, demokrasi” gibi büyük laflar edildi.
Bitiminde kokteyl var. İnsanlar öbek öbek ellerinde kadehler, sohbet ediyorlar. Çok şık kürklü kepenekli bir kadın yaklaştı yanıma: “Hanfendi! Siz Türkiye’nin en şanslı kadınlarından birisiniz” dedi.
Bakıyorum öyle kendime; nerem şanslı diye. Sabah dört çocuğu okula gönder, sonra kendin git okula, beş saat ders anlat. Eve gelip öğlen yemeğini hazırla, tekrar çık ortaokulda ders ver. Dönüp akşam yemeğini hazırla, yedir, içir, yıka.
Kadına dönüp dedim ki: “Ben kendimi öyle çok şanslı filan görmüyorum. Siz her söylenene böyle inanıyor musunuz? Bizim evin kapısından içeri ne kadın hakkı girer, ne demokrasi.”
Kadın “Ama siz Dursun Akçam’ın eşisiniz” deyince “İsterseniz tapusunu vereyim tepe tepe kullanın” dedim.
Dursun, meğer bizi uzaktan izliyormuş. Yanımıza geldi. Elini omzuma attı. Hayatında yapmadığı bir şeydi bu. Aslında bu hareketiyle beni kendine zimmetlemişti. Eve geldiğimizde “Sen nasıl böyle söylersin” diye bana hesap sordu. Kendimi savununca pes edip “N’apim nazım sana geçiyor “dedi.
Diyeceğim şu ki...
Dursun Almanya’da olmayıp Türkiye’de olsaydı; ben Cahit’in peşinden koşturamazdım bu kadar. Dile kolay tam sekiz yıl. İlgi-yemek beklerdi benden.
Bizim kuşağımız kocalarına “Aaaaa, bugünde kendin idare ediver” diyemezdi ki… Oğullarımın babasının babalığıyla, oğullarımın babalığı arasında öyle çok fark var ki! Çocuklarımın problem çözen babaları olmadı. Ama torunlarımın babaları problem çözüyor.
Çocuklarıma bana yaşattıkları için kızdığım oldu tabii...
Ben öfkelerimi genellikle içimde barındırmamaya çalışıyorum; kişilik özelliğim bu. Bir şey, bir olay bittikten sonra atıyorum içimden onu.
Çocuklarıma da kızdım, öfkelendiğim oldu tabii. Mesela… Ben “Bir ‘hak’kı; hakkı olan, hakkı yenilen alır” derim. Hakkının yenildiğini düşünen kendisi mücadele edip, alsın.
Eğitimde eşitlik yürüyüşüne, eşitlikten yararlanmayan katılsın; başkaları değil.
Çocuklarımla uğraşırken yaşadığım sıkıntılar bazı hastalıklarımı çıkarttı su yüzüne. Ama benim onlarla uğraşacak zamanım yoktu. Sağlıklı olmam gerekiyordu; bana gereksinimi olan çocuklarıma yardım edebilmek için. Öfkemi bir kenara koyuyordum
Kitapta “Çocuklarıma bir şey olursa alımı oynatırım. Aradan yıllar geçti. Çocuklarımın başına bin bir türlü olay geldi. Çok kötü günler yaşadım. Ama aklımı oynatmadım” diye yazmıştım. Yaşadığım olaylar bana ayaklarımın üzerinde durmayı öğretti. Hayatı yaşayarak öğrendim. Olaylar insanı daha iyi şekillendiriyor. Ben Mamak sürecinde çok şey öğrendim.
Mamak... Mamak... Mamak...
Hayatımın sekiz yılını benden aldı benden, çaldı resmen. Aynı Mamak bana çok güzel insanlar kazandırdı. Ben sadece oğlumu, Cahit’imi kazanmadım; yüzlerce Cahit’im var artık.
Kitabım ikinci kez, bu kez Arkadaş Yayınevi’nden yayımlandı. İlk baskıdan elimde bir nüsha bile yok… 29 Ekim’de imza günü düzenlemişler. Okurlar sırada. Hiç tanımadığım bir “Cahit” geldi yanıma; elinde kitapla.
Yanındaki genç kız için “Benim kızım, sizin torununuz” dediğinde dünyalar benim oldu.
* * *
Lavanta kokulu o güzelim insanla vedalaşıp çıktım. Ankara ayazında dolmuş beklerken Perihan Teyzenin “Bütün çocuklarımı aynı seviyorum ama; her birini sevme şeklim farklı” dediği aklıma gelince “Ben de iki çocuğumu aynı seviyorum ama; her birini sevme şeklim –galiba– farklı” diye düşündüğümü fark ettiğimde üşümem geçmiş, ısınıvermiştim; nedense… (ŞD/BA)
* Şadiye Dönümcü. sosyal hizmet uzmanı.
* Fotoğraf galerisi için tıklayınız.
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.