‘Kurbağalık'tan 'Prens'liğe 'Şato'dan Hayata
Alim Yavuz’un Yetiştirme Yurdu Anıları, “Şatom: Benim Üzgün Yurdum” kitabından çıkarak, yetiştirme yurdundan yüksek okula uzanan bir yaşamın hikayesiyle buluşturuyor bu hafta bizi, Dönümcü.
Devletin biraz hoyrat, biraz cömert, biraz duygusuz, çokça şefkatli öpücüğü sayesinde, yoklukla çevrelenmiş hayat gölünün kenarlarında dolaşan sığ ufuklu bir kurbağanın, prense dönüşmesinin öyküsünü (**) anlatsam size.
Annem: Ölen altı çocuğunu yüreğinden çıkartamayınca tüm sevgisini yaşayan iki çocuğuna veren kadın. Sırtında ben olduğum halde ağılın damına çıkan annem pencereden aşağı bakarken birden…Yere sırtüstü d-ü-ş-e-r-k-e-n… Fizik kanunlarını zorlayıp, bebesini önüne doğru çekerek yere ondan önce düşüyor annem. Çocuğu yaşasın diye ölen, ömrünü ömrüme eklediğinden iki kişilik yaşadığım annem.
Babam: Dört ve iki yaşlarındaki iki öksüzüne bakamayıp çaresizlik cenderesinde kıvrandığından önce ağabeyimi sonra beni de yetiştirme yurduna bırakmak zorunda kalan “Gambur Dursun” lakaplı adam.
Halam: Kendi rahminden doğurmuşçasına bana annelik yapan, yurda gidene kadar bana bakan, şefkati eşsiz kadın.
Giresun Yetiştirme Yurdu...
İlk ve son kez beraber uyuduğum(uz) gecenin sabahında, babam: “Seni yetiştirme yurduna götüreceğim. Orada bir sürü oyuncak varmış” dediğinde, “Ben anamdan(halam) ayrılamam” diye ağlamam işe yaramadı! Soran olsa, ağaçtan oyduğum traktörü tercih ettiğimi söyleyeceğim.
Giresun’a vardığımızda gördüm ilk kez denizi: ‘Bizim köyün bütün ırmaklarını toplasalar ve yıllarca akıtsalar bile dolmayacak kadar büyük bir göl’ olan Karadeniz’i.
Yurda alınma dilekçemi daktiloyla yazan arzuhalciyi seyrederken “Ne gözel yazir” dedim babama. “He oğlum; inşallah sen de okuyip adam olacahsın ve böyle gözel yazacahsin”. Babamın duası kabul oldu.
Giresun Merkez Yetiştirme Yurduna vardığımızda babamın, müdüre ”İki sene önce abisini alıp, yaşı küçük diye almadığınız Alim’i getirdim.” demesiyle başlayan şaşkınlığım ‘ağabeyim’ içeri girdiğinde daha da arttı.
Dünyayı sırtına kambur diye asan babam arkasına bakmadan giderken, hayatımın miladı, 11(yazıyla on bir) yıl sürecek olan yurt yaşamım başlamıştı.
Bana verdikleri Sümerbank iskarpinlerinin çıkarttığı gıcırtı yüzünden yediğim dayak, daha ilk günden denize gözlerimi dikip “Bir gün… Ben var ya…” diye hayaller kurmama neden oldu.
Yapılan mini sınavı başarıyla verince birinci sınıfı yeniden okumaktan kurtuldum. Aynı dolabı paylaştığım Yusuf Ağabey, beni ‘büyük abdestim denize ulaşana kadar’ (yurtta acemilik/kuşluk devresi bitene dek) koruyup, kolladı, rol modelim oldu. O, öğretmen lisesinde okudu, ben sağlık meslek lisesinde. O, Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu’na gitti, ben de.
Unutamadıklarım mı?
On yaşındaydım. Elinde paketlerle ziyaretimize gelen bir ablanın yanağımda bıraktığı ruj lekesi. Paketten çıkan gömlek. Mustafa Hoca’nın gömleğin iç kısmına yağlı boyayla armamı, A(lim) Y(avuz) yazması. AY… Önlüğümüze bile işlenen bu armalar/damgalar bizi zor durumda bırakırdı.
Özel yiyecek götüremediğimden ‘yerli malı haftası’nın kutlandığı gün okula gitmek istemezdim.
İlkokul diplomam ve pekiyi’li karnemle yurda geldiğimde, nöbetçi öğretmen somurtmamı anlayamamıştı. “Boş verin, hocam” demiştim; ağlama hakkımı saklı tutup, yüreğimdeki isyanı anlatmak yerine.
Çocuk bayramında, 23 Nisan’da stada uçan balonla gitmek için anonim şirket kurdum. Nasıl mı? Kazancımın yarısını vermek koşuluyla, arkadaşımın boya sandığını aldım. Üç personelin ayakkabısını boyayıp, hakkıma düşen parayla aldığım balonla stat kapısına gittim. Kalabalıkta balonum bulutlara yükseliverince…
Ulaşamadığım şeylerin hep o balonun peşine takılıp gittiğini düşünürüm, şimdi bile.
Okul arkadaşlarım çalışkan olduğumdan beni dışlamadılar ama… İnsanların bize acıdığını, yurttakilerin halk tarafından olumsuz algılandığını bilirdik. Yurttan olduğumuzu bilmeyenlerin yanında, kendimizi saklamak için ‘yurt’tan ‘şato’ diye söz ederdik.
Şatomuzda neşeli, el avuca sığmaz, hakkını arayan çocuklardık; dışarıda çekingen, silik, kendine güvensiz. Dokuz yaşındayken sadece kalemtraş bahanesiyle konuştuğum kıza, yüreğimde yangın başlatan sevdiğime açılamadım hiç. Adaşı olan çiçeği kurutup, yastığımın altında sakladığımı, koklayarak uyuduğumu bilemedi.
Çevresine çikolata sıcaklığı, içime sevgi, şefkat yayan güleç yüzlü Sevinç Hoca’yı, hayatımda ilk kez yediğim onun aldığı çikolatayı, uçacak kadar zayıf olan benim bile, çalışırsam, iyi bir güreşçi olacağıma inandıran Mustafa Hoca’yı ve her antreman sonrası bize baş parmağıyla yedirdiği fındık ezmesini hiç unutmadım.
Lisedeydim. Vali Konağında, benim gibi ocak ayında doğan altı arkadaşımla birlikte ilk kez kutlanan doğum günümü de hiç unutmadım.
Ağabeyim… Kaynaşamadık bir türlü. İçten içe sevmekle yetindik. Onun annemin yokluğunu daha çok hissettiğini, benden çok acı çektiğini düşünürüm hep. Reşit olup yurttan ayrıldığında kendimden ve okumaktan başka yol olmadığını anladım.
İlk kez, askerlik dönüşündeki görüşmemizde kucaklaştım onunla. Heba ettiğimiz yedi kardeşlik yılına hala acırım. Babamın hediyesi kurmalı saati parçalayıp attığı için onu hiç affetmedim.
Yurtta zaman tembeldir. Sabahlar, akşamlar, yazlar, kışlar aynıdır; hatta bayramlar da. Gündüzleri futbol, yakantop, dokuztaş, çember oynar, akşamları televizyonda ‘uykudan önce programını izlerdik. Büyüdükçe kuralların tilkisi olduğumuzdan nöbetçilerin kişiliğine göre gerilla taktikleri üretirdik.
Şatoda büyümek; yaşıtlarının sahip olduğu bazı olanaklardan yoksunluk demek. Sağ el baş parmağımı emmeyi, tırnak yemeyi zor bıraktım. Yaz tatillerinde yurtta kalmak içime otururdu. İntihar nehrinin kıyısına birkaç kez geldiysem de, yıkanmadım.
Babamı hep çok özledim...
On bir yıl boyunca sadece iki kez gördüğüm, ne mektup, ne telefon aldığım babamı hep sevdim ve çok özledim. Lise ikideyken ilk kez köyüme gitmek için araba beklerken, üç yıl önce öldüğünü öğrendim. Onun yaşadığını bilmek bana tuhaf bir güç veriyordu. O güçten mahrumdum artık.
Şehirli kaygılarım… Gayri safi milli acılarım… Eylülleşen aşklarım… Azalan isyanlarım… Üşümekten korkmaz olunca, halamın ördüğü yün çorapları giymez oldum.
Sağlık memuru olarak memuriyete başladığım yıl, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu’nu kazandım. Tayinimi Ankara’ya çıkarttık. Çalışarak okuyacağımdan lisedeyken karşılıklı gönüllerimizin düştüğü hemşire arkadaşımla evlenmeğe karar verdik.
İstemeye gittiğimizde kızın annesinin söylediği “Dünyadaki son erkek olsan bile, kızımı sana vermem” ve ‘Yetimin gözü doymaz’ cümleleri beni yaraladı. Kişiliğimden dolayı değil, kaderim yüzünden hakarete uğramak zoruma gitmişti.
Sosyal Hizmet okurken yurtta büyümenin çok faydasını gördüm. Mezuniyet sonrası ilk Safranbolu Yetiştirme Yurdu’nda Sosyal Hizmet Uzmanı olarak işe başladım. Sonra Turgutlu Huzurevi… Şimdi Kula Özürlü Rehabilitasyon Merkezi.
Yurt çalışanları, sürekli ‘ekmek elden, su gölden’ yaşadığımızı başımıza kakardı. Bu deyim yıllar sonra bir şiirime yansıdı. “… Evet ekmek elden / Su gölden / Dayak sizden / Müsaade edin bulunsun hocam / Çorbada bizim de tuzumuz / Acı da yüreğimizden olsun / Gözyaşı bizden…”
Biz sevgi, şefkat, umut, eşitlik ve kucaklanılmayı beklerdik hep. Çok mu zordu? Onlar Tevfik Fikret’in ‘meserret(mutluluk) yalnız çocuklara yakışır’ dediğini de, bizim mutsuzluğumuzu da bilmediler hiç.
Sonraları hayat, bize orada sunulan olanakların nasıl zor elde edildiğini öğretti ama, o zamanlar o şato pırlantadan bile olsa, bizler yine de ‘ahhh ailemiz / köyümüz’ derdik.
Şatodan hayata; kurbağalıktan prensliğe terfi edeli epey oldu.
İki küçük prensesim sayesinde ‘kral’lığa terfi edişimi başka zaman anlatacağım. (ŞD/NZ)
* Şadiye Dönümcü, Sosyal Hizmet Uzmanı.
** Bu yazı meslektaşım Alim Yavuz’un “Şatom: Benim Üzgün Yurdum” –Yetiştirme Yurdu Anıları- (Timaş Yayınları. 2005) adlı kitabından derlenmiştir.
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.