Kırılmadan, Kurumadan!
bize hep varlarmış ve varlıklarını hep sürdüreceklermiş gibi gelen, ancak “gittikleri zaman” yani onları fiziksel olarak yitirdiğimizde varlıklarını fark ettiğimiz insanlardan söz eden bir kitap ve yazarı bugünkü konuğum: “şadiye dönümcü“; ve kitabı da “dokunsan kırılan, dokunmasan kuruyan insanlar”
aslında onu ve bu kitapta yer alan yazılarını “bianet”in ve “biamag”ın düzenli ve sürekli okurları yakından tanıyor ve biliyorlar.
onun bu kitapta anlattığı insanların benzerleri hepimizin yanında, evinde ya da yakınında yaşıyor. ne kadar farkındayız o yaşamların kitabı okuduğunuzda keşfedebilirsiniz.
onların her birinin “özel”, “kendilerine ait”, “kişisel” adları var; ama bizler genel olarak söz etmeyi daha çok severiz! daha kolay, yakın, hoş, sempatik gelir bize. yine de bu “nitelemeler” onların kimliklerini, kişiliklerini saklar. bazen de daha “uzak ve nötr” davranarak bir kategorileştirmeye de gideriz. bunların hepsinden yoksun kalır, sadece “yaşlı” olurlar!
hem de onların haklarını koruyanlar, savunanlar için bile.
oysa bundan çok daha fazlasıdırlar, her zaman.
konuğum onların adlarını başka türlü söylüyor; matbaadan yeni çıkmış kitabına koyduğu adında olduğu gibi. bu ad ona yazılan bir mektupta yer alan ozan hasan hüseyin‘in yazdığı bir şiirden alıntı: ‘incecikti / gül dalıydı / dokunsan kırılacaktı / dokunmadım kurudu’
onun “yaşlılık alanında ilk çalışma deneyimim” dediği ankara, seyran bağları huzurevinde müdürlük yaptığını bu söyleşiye kadar bilmiyordum. anımsadım. “orayı ben de biliyorum” dedim kendi kendime. hatta ondan önce gördüğümü düşündüm.
daha önce de yazdım bu anıyı: tıp fakültesinin dördüncü sınıfında, 1978-79’da öğrenciyken gönüllü olarak katkıda bulunduğum bir edebiyat dergisi için istenen bir söyleşiyi yapmak üzere istanbul’dan kalkıp oraya gitmiştim bir arkadaşımla.
ziyaret ettiğimiz kişi başka bir “büyük ozan”, “enver gökçe”ydi.
yaşım 20-21, ilk gördüğüm huzurevi de, ilk gördüğüm huzurevi sakini de oydu benim.
yalnız büyük değil, “kocaman” bir adamdı enver gökçe! ama huzurevlerinin insanları ne hale getirdiğini, insanın cüssesi, geçmişi ve yaptığı ne olursa olsun nasıl “küçücük” yaptığını, ilk o zaman ve ondan öğrenmiştim. yanıldım belki de, ama bana öyle gelmişti o zaman!
şadiye dönümcü’nün yazdığı kitabının ilk bölümünde anlatılan beş kadın (makbule, menekşe, menşure, efsun ve emine “teyze”) ile beş erkek (ragıp, erkan, yakışıklı, nihat ve abdullah “amca”) yani toplam “on insan”ın orada yazılanlara göre her biri de en azından enver gökçe kadar “büyük” insanlar…
yine de sonrası aklıma geliyor ve “acaba mı” diyorum, kendi kendime!
her ne kadar adına “huzurevi” denilen bu kurumlar onların her türlü gereksinimlerini, kendi doğal ortam ve mekanlarından çok daha iyi karşılasalar da, içinde olanlar “rahat” olduklarını söyleseler de bana göre “ehven-i şer”den daha iyi mekânlar değil.
herkesin “kendi evi, kendi ocağı, kendi yurdu” en iyisi çünkü!
evet bu kitap önce huzurevinde yaşayanlar olmak üzere “yaşlılar” ve “yaşlanmak” üzerine.
“yaşlılar ve yaşlanmak”
bilmem sizler için de öyle midir; ama bu iki sözcük de bana “güzel, iyi ve doğru” bir sözcükmüş gibi gelmez.
buradaki “yaş” eğer yaşanan yılı ifade ediyorsa, bir yaşını tamamlayan herkes “yaşlı”dır. kimi “az” ya da çok yaş yaşamış olabilir, ama her durumda herkes “yaşlı”dır.
yok eğer bu sözcük başka bir anlamda örneğin “kuru olmayan” anlamına kullanılıyorsa, bu dönemde genellikle “kuru” olunduğu için bence o da çok doğru değil.
enver gökçe’yi ziyaret ettiğimiz sırada tanık olduğumuz gibi onun kara gözlüklerinin arkasında, göz pınarlarından akanları düşününce bir tek o halin yani “yaş”lı olmanın, bu söze en uygun durum olduğunu düşünüyorum.
o yüzdendir ki bu sözcük en çok da “bu hâl” nedeniyle kullanılıyor gibi geliyor bana.
keşke öyle olmasa! ama çok da mümkün değil. çünkü o halde olanlar dışındaki herkes, onların yaşamlarının büyük bölümünde bu “hal”de olmaları için elinden geleni yapıyor, yapıyoruz! çoğu zaman da onları suçluyoruz, hep gözlerini “yaşlandıracak” nedenler buldukları için…
oysa bunun kaynağı yaptıklarımız ya da yapmadıklarımızdan dolayı doğrudan bizleriz!
yaptığımız söyleşi sırasında bu konuyu ben de şadiye dönümcü’ye bunu sordum öncelikle:
kitabının adını koyarken de ‘yaşlı’ ve ‘yaşlılık’ demeye çekindiğini hissettim. kitabın içinde de hep başka sözcüklerle ifade ediyorsun, niye?
-“dosyayı hazırlarken söz ettiğim o mektuba gönderme yaparak ‘dokunsan kırılan dokunmasan kuruyan insanlar için bir kitap’ adını koydum. yayıncım “dokunsan kırılan dokunmasan kuruyan insanlar” adını uygun gördü. iç kapağa da “yaşlılık hikayeleri” alt başlığını eklemeyi ihmal etmedi.
yaşlı-yaşlılık sözcüklerini kullanıyorum elbette kitapta ama çoğu kez değişik şekillerde altını doldurup, adını koymadığımda oldu. hadi buna da ‘biçem’ meselesi diyelim.”
ben duramadım üsteledim; çünkü o yıllar boyu aklını, yüreğini ve emeğini vermiş bir insan, bir uzmandı:
dilimizde bu dönemlerini yaşayan insanlar için epey sözcük, niteleme ve sıfat var. sence “kavram olarak” ne kullanılmalı?
– “yıllar önce ‘yaş – yaşam – yaşlılık’ başlıklı adlı bir derleme çalışması yapmıştım. konuya ilişkin sözcük-atasözü-deyim-özdeyiş vb.ni taramıştım. derlemedeki sözcük çalışmasında ‘ihtiyar-koca-yaş’ sözcükleri yer aldı. mesela ‘ihtiyar’ sözcüğü ‘yaşlı, kocamış olan- baba ya da anne-seçme’ anlamına geliyor. ‘ihtiyar etmek’ ise; seçmek, yeğ tutmak, katlanmak. ihtiyarlamak; yaşı ilerlemek, yaşlanmak, kocamak, ihtiyar görünüşü almak, ihtiyar görünmek. ‘koca’ sözcüğü ‘yaşlı, ihtiyar’ anlamında. ‘kocalmak: yaşlanmak, kocamak.
‘yaş’ın anlamı çok zengin: dirlik, sağlık, gelişme ve büyüme. pazarlık, aydınlık, ışıma. örtme, gizleme, saklama. ıslaklık, su, hayat, verimlilik. yaşamın çeşitli evrelerinden her biri, çağ. doğuştan beri geçen ve yıl birimiyle ölçülen zaman. ağlamayla gözlerden akan, berrak sıvı, göz yaşı bir kurum, kuruluş, düzen vb. kurulduğundan bu yana geçen zaman. kötü, korkulu, zor. kendi suyunu, canlılığını yitirmemiş, kurumamış, kurutulmamış, taze, yaş meyve, yaş ağaç. ‘yeşil’ anlamına gelen ‘yaşıl’ sözcüğünü ve ‘parlamak’ anlamındaki ‘yaşımak’ fiilini de çok severim. ben mesleğim gereği ve tercihen ‘yaşlı-yaşlılık’ kullanıyorum.”
“banyan ağacı”
sonra kitabın kapağındaki ağacı merak ettim. “anlam”ını sordum; karşılığı oldukça ayrıntılı:
– “bu sözcüğün ironisi var; bildiğin gibi. kitabın kapağında da ‘yaşıl’ bir ağaç var, zaten. sırası gelmişken belirteyim o ağacın adı: banyan ağacı. diğer adıyla ‘hint inciri’ (ficus bengalensis) ağacı. her bir dalı yere doğru uzadıkça toprağa kök salıp, yeni gövdeler ve dallar oluşturarak geniş bir araziye tek bir ağaçmışçasına yayılır. uzun ömürlü olduğundan ölümsüzlüğün timsalidir. buddha ‘ben banyan ağacıyım’ dediği için hintlilerce kutsaldır ve hindistan mitlerinde çokça geçer. binlerce insana gölge ettiği söylenir. tüm dünyada sayısı çok sınırlı olduğundan koruma altında olduğunu biliyorum. izlediğim bir belgeselde 320 tane kalın en az 3000 tane ince gövdesi bulunan altına 7.000 kişinin sığdığı bir banyan -yoksa ‘orman mı’ demeli?- ağacı görmüştüm. ek bir bilgi daha: gövdesinden sızan süt gibi beyaz bir sıvıdan düşük nitelikli kauçuk elde ediliyor.”
yaşlılarından her yolla ve fırsatla yararlanan, ama gerekli saygıyı, huzuru, gururu ve rahatlığı sağlamayan insanlardan ve toplumlar aklıma geliyor. bunların “sorunlu” bireyler ve onlardan oluşan toplumlar, topluluklar olduğunu düşünüyorum.
içinde yaşadığımız bu toplum da oldukça uzun süredir böyle. çünkü bu toplumdaki herkes öncelikle o noktaya gelmekten, yani bir “yaşlı” olmaktan korkuyor. gençliğinde bu günleri de düşünerek için çalışıp bir yerlere yeterli kaynak ayıranları da, çalıştıkları için bir emeklilik maaşı alanlar da dahil, genellikle “yalnızlık”, “yoksulluk” ve yoksunluk” halini onların değişmez kaderleri haline getirmişiz çünkü. dünyanın gelişmiş ülkelerinde olduğu gibi; üstelik bu grup içinde yer alan insan sayısı da giderek çoğalıyor. bu durumu da soruyorum kendisine:
şadiye dönümcü söke doğumlu. söke-kocagözoğlu ilk okulu’nda, aydın- ortaklar ilk öğretmen okulu’nda, ssyb-sosyal hizmetler akademisi’nde, türkiye orta doğu amme idaresi enstitüsü’nde okudu. (mülga)shçek genel müdürlüğünde yönetici, bağlı sosyal hizmet kuruluşlarında ise sosyal hizmet uzmanı ve yönetici olarak çalıştı. şimdilerde ‘araştırmacı” olarak memuriyetini sürdürüyor. “bianet.org” ve “sosyalhizmetuzmani.org” web sitelerinde yaşlılık ve diğer sosyal hizmet alanları ile hayatın sair hallerine ve hayatın şiir hallerine ilişkin yazılar yazıyor. değişik dergi, gazete ve kitaplarda yayımlanan yazıları, bilimsel toplantılarda sunduğu tebliğleri var. “yaşlılık el kitabı”nın (1996) editörü. “ yaşamla bütünleşen bir mesleğin öyküsü: sema kut & sosyal hizmet (2004-sosyal hizmet uzmanları derneği)” kitabını yazdı. “türkiye’de hak temelli sivil toplum örgütleri: sorunlar ve çözüm arayışları” (2011-stgm yayımı kitabının yazarları arasında yer aldı. “dokunsan kırılan dokunmasan kuruyan insanlar”(haz.2012-dipnot yayınları)kitabının yazarı. trt’de yayımlanan (2006-2007) yaşlılık dönemi sorunlarını işleyen 36 bölümlük “mavi” programının ‘kaynak metin yazarlığı’ ve danışmanlığını, trt-2’de yayımlanan (2007-2008) yaşlılık öykülerinin işlendiği 39 bölümlük “ömür dediğin” adlı programın danışmanlığını yaptı. amerika birleşik devletleri’nde yayımlanan marquis who’s who in the world “dünyada kim kimdir” 2010 yayınında biyografisi yer aldı. iki(z) kızı var: bahar ve pınar. |
türkiye yaşlı insan grubunun giderek arttığı bir ülke, sence bizim ülkemizde yaşlıların hakları olması gerektiği şekilde tanınıyor ve gerekleri yerine getiriliyor mu?
– “yaşlanma; doğanın evrensel bir olgusu. yaşlanma; evrensel bir olgu. yaşam sürecinin kaçınılmaz bir dönemi; yaşlanma. insan türü süreç içerisinde zamana bağlı değişimlerden geçiyor. biyolojik bir süreç olsa da, her bireyin yaşlanmasındaki (erken/geç, sorunlu/az sorunlu gibi) farklılıklar; bireyin kişiliği, kalıtımsal özellikleri, yaşam biçimi, işi, kronik hastalıkları, beslenmesi toplum ve çevresinin tarafından algılanış şekli, çevre koşulları ve kültürel çabalar etkin rol oynuyor.
yaşam süresinin uzunluğu bireyden bireye, toplumdan topluma, çağdan çağa, coğrafyadan coğrafyaya değişiyor. yaşlıların toplum içindeki statüleri de toplumun gelişmişlik düzeyinden çok değerlerine, gelenek ve kültürüne göre çeşitleniyor. yaşlılara verilen hizmetler, toplumun refah düzeyine koşut gelişiyor.
yaşlılık; evrensel bir sosyal sorun. toplumsal değişme ve gelişme süreci burada önem kazanıyor. aile yapısındaki dönüşüm, kadının çalışma yaşamına katılımı, gelenek-kültür-değerlerin değişimi, coğrafi hareketliliğin artması, sağlık alanındaki hızlı gelişme, ortalama yaşam ömrünün uzaması ve dolayısıyla bu yaşlı nüfusun artması bu sosyal sorunu derinleştiriyor ve hatta belli yönleriyle de çözümsüz kılıyor.
yaşlılığı bireysel düzeyde kabullenmek de çoğu insan için kolay değil. yaşlanmanın getirisi değişiklikleri kabullenmekte zorlanıyoruz; toplumsal ve evrensel düzeydeki yaşlılara yönelik negatif ayrımcılık nedeniyle.
toplumsal değerlerimiz ve kalıp yargılarımız daha çocukluktan itibaren bu konuda şekillendiriyor bizi; istesek de, istemesek de. ‘yaşlı; bencil-hoşgörüsüz-katı-geri kafalı- sağlıksız tüketici-memnuniyetsiz-müşkülpesenttir.’, ‘yaşlılar gençleri sevmez’, ‘yaşlılık durağan ve değişmez bir dönemdir’ gibi kalıp yargılarla büyüyoruz. ‘yaş yetmiş, iş bitmiş’, ‘ağaç yaşken eğilir’, ‘kurt kocayınca, köpeğin maskarası olur’, ‘eşek kocamakla (büyümekle) tavla başı olmaz’ demiş atalarımız. günlük yaşamımızda , ‘çaptan düşmek’, ‘çürüğe çıkmak’, ‘okunu atmış, yayını atmış’, ‘ununu elemiş, eleğini asmış’, ‘elin ermez, gücün yetmez: ele şenlik olursun’, ‘yaşlı dediğin köşesinde oturur’, ‘yaşından utanmıyorsan, ak saçlarından utan!’ deyimlerinin kullanıldığı bir toplumda yaşlanan bireyin durumu zor tabii.
toplumdan marjinalize ederek negatif ayrımcılığa tabii tutulan, onlar için gerekli sosyal politika ve stratejilerin yaşama geçirilmesini engelleyen ‘yaşlı ayrımcılığı’ (ageizm), bu kesimin, toplumun diğer kesimleriyle bütünleşememesinde en büyük mani değil mi?
ortalama yaşam süresi 20. yüzyılda yaklaşık 20 yıl arttı. yaşlı nüfus da oransal ve sayısal olarak arttı. günümüzde sadece bireylerin değil, toplumların da yaşlanması söz konusu. yaşlı nüfusun artışı da evrensel bir olgu; bu anlamda. mesela; 2050 yılında bazı gelişmiş ülkelerde yaşlı sayısının çocuk sayısının 2 katı olacağı, 2000 yılında 70 milyon olan 80(+) yaş ileri yaş grubunun 2050 yılında 5 kat artacağına ilişkin varsayılıyor.
endüstrileşmesini tamamlayan ülkeler, nüfus yapısında oluşan değişimin yaşlılığı bir sosyal sorun haline getirdiğini fark edince, özel önlemler alınması gündeme geldi. birleşmiş milletler genel kurulu(bmgk) 1. dünya yaşlanma asamblesi’nde ‘1982: yaşlılık ilkeleri’ saptayarak yaşlanma konusundaki düşünce ve planlama sürecine yol göstermesi evrensel yaşlı hakları açısından çok önemli. bmgk’nun yönlendirdiği ‘bütün yaşlılar için toplum’ ana temalı ‘1999-dünya uluslar arası yaşlılar yılı’ çalışmaları da uzun vadede yaşlanma konusunun tüm sektörlere dahil edilmesi, sorunun fark edilmesi, araştırma ve politik eylemlerin arttırılması, yaşlıların tam katılımıyla oluşan eşitlik esasına dayalı, ayrımcılığın olmadığı, bütün yaş gruplarını kapsayan bir toplum yaratılması, bütün insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesine katkı sağladı.”
bir uzmanın “yaşlılığa dair” saptamaları bunlar. ekleyecek bir sözüm yok.
ama o kitabında bu tür bilgiler ve tartışmalar yerine gerçek insanları anlatıyor; bizi bu “kuru/kuramsal” sözlerin çok ötesine yaşamın içine gökkuşağındaki milyonlarca rengin yanına götürüyor ve o renklerin bir kaçını tek tek tanımamızı anlamamızı sağlıyor.
huzurevinde kalan yukarıda adlarını saydığım on farklı renkten sonra, sırasıyla “kehrüba teyze”, “kendini sürgüne yollayan adam”, “dilbahar”, “suna”, “güleser abla”, “faik bey”, “na to kafa naciye”, “vaso amca”, zalife teyze”, “samayet teyze”, “çavuş amca”, “zülfiye (nato) teyze”, sülün hanım”, “filinta bahri”, “süreyya hanım”, “hüsnü amca”, “ayten hanım” adlarını taşıyan “onaltı” değişik rengi daha anlatıyor bizlere.
her biri birer “hayatım roman – ya da sinema, hatta dizi” olabilecek kadar mükemmel gerçek hayat hikâyeleri ve yaşanmışlıklar.
sonrasında ise beş farklı bölümde muhtemelen kendi yakın çevresindeki insanlara yönelik birer “iz”ler bırakıyor, tarihin tozlu, pek de karıştırılmayan sayfaları arasına.
özellikle ilki, “sigara değilsin ki seni sileyim” çok etkiliyor beni. adeta 198 sayfalık kitabın içindeki ayrı bir “kült film” gibi.
şadiye dönümcü bu kitabın bir çeşit “teşekkür” olduğunu da ekliyor söyleşiyi bititirken:
-“bu kitap yaşlılık alanında çalışırken tanıdığım rengahenk güzellikteki insanlara teşekkür etmem için, beni yazmaya yönlendirip yüreklendirenlere teşekkür etmem için vesile oldu. hayatın içinde kırılmama ve kurumama mücadelesi veren / verecek olan herkese de selam gönderebildim sayesinde.”
kitabın sonunu ise “dört buçuk yaşındaki arkadaşı, cansuyu” ile bağlarken aslında bir “umudu” da vurgu yapıyor bence:
“yaşlanmak değil, yaşamaktır önemli olan!”
“kırılmadan, kurumadan!”(ms/hk)
kitabın künyesi
“Dokunsan Kırılan Dokunmasan Kuruyan İnsanlar”
Yazar: Şadiye Dönümcü
dipnot Yayınları
ISBN: 9786054412570, Haziran 2012, 200 sayfa