İstanbul’u Gezmek Karanlıkta
Hakkında okuduklarımdan sonra vacip oldu: “Karanlıkta Diyalog” sergisini gezmek. Gayrettepe Metro İstasyonu’ndaki sergi alanına kolayca ulaşıp, ilk seansa biletimi aldım. Lobide oturduğum yerde göz sağlığına ilişkin broşürü okurken çevremdekilerin “ay ya düşersem”, “karanlıktan korkarım ben”, “çok bunalırsam çıkarım dışarı”, “çok heyecanlıyım” türü cümlelerini duymak için özel bir çaba harcamadım.
“Karanlıkta Diyalog” sergisine ilişkin bir diyalog
Arka koltuklarda oturan iki gencin arasında gerçekleşen diyaloğu daha rahat dinlemek için ise koltukta kaykıldım.
–“Felsefe doktoru Andreas Heinecke, gençliğinde bir radyo istasyonunda çalışırken işe giren kör birisiyle çok yakın arkadaş olmuş. Heinecke, körlerin görenlerden çok daha sıra dışı özellikleri keşfeder bu süreçte. Sonra kendini insanlar arasındaki iletişim eksikliğini gidermeye, onların arasında yeni köprüler kurmaya adıyor kendini. Heinecke, toplumsal bir proje olan “Karanlıkta Diyalog”u 1988’de hayata geçiriyor. Proje tüm dünyada çok dikkat çekince sergi seyahate çıkıyor; farklı ülkelerde 130 kentte uğruyor, 7 milyondan fazla insana dokunuyor”.
– “Şimdi biz, ziyaretçi olarak 90 dakikalığına kör olacakmışız içeride”.
– “Evet; gözlerimiz dolayısıyla görme duyumuz devre dışında kalınca diğer duyu organlarımızla yani kulağımızla, burnumuzla, derimizle, dilimizle göreceğiz”.
– “Sergi alanı özel düzenlenmiş tamam da kapkaranlık bir yerde 90 dakika kalmak bile tek başına çok farklı bir deneyim olacak”.
– “Günlük hayatta yaptıklarımızı içeride de yapacakmışız”.
– “Evet; İstanbul’u gezecekmişiz içeride; görmeden, karanlıkta”.
Rehberimizin rehberliğinde kör olmak
İki arkadaşın konuşması sürerken görevli yanıma gelip “Eşyalarınızı, giysilerinizi, telefonunuzu, fosforluysa saatinizi kilitli dolaba koymanız gerekiyor; tur öncesi. Yanınıza da 5-10 Lira para almanızı öneririm”, deyince uydum talimatına.
Sonra daha önceden hiç tanımadığım diğer yedi ziyaretçiyle birlikte sergi alanının girişine alındık. Çok ama çok çok az ışık alan bir bölmede bizi bekleyen görevli hepimize birer beyaz baston dağıtıp nasıl kullanılacağını tarif etti. İçeride bize kör bir arkadaşın rehberlik yapacağını, ilk 3-5 dakika sonrası bunaltımızın geçeceğini ve ardından çok keyifli 90 dakikanın bizi beklediğini söyledi.
Evet; rehberimiz Yusuf geldi. Sesi çok güven vericiydi. İlk 2-3 dakika sonra ham karanlığa alıştı gözlerimiz. İçimizden kimse terk etmek istemedi sergiyi. Kaçan olmadı aramızdan. Bastonlarımızı omuz hizasında sağa sola oynatarak, rehberimizin sözlü talimatlarına uyarak, yol arkadaşlarımızın verdiği sesli tepkileri kaale alarak gezmeğe başladık.
Ham karanlık, önyargılarım ve korkularım
Seyahatimiz ham karanlıkta ve Haliç sahilindeki görme engelliler için yapılan Cemil Meriç Parkında başlıyor. Çiçekleri kokluyor, çalılar bacaklarımıza dolanıyor, çakıl taşlarında yürüyor, ağaca sarılıyor, rüzgarı ve nemi hissediyor, tahta köprüden geçiyoruz. Kendim dahil hepimizin tedirginliğinin azalıp, keşfetmenin keyfinin arttığını hissediyorum.
Rehberimiz Yusuf müthiş. Sergi alanının her cm2. sine hakim. Her birimizi takip ediyor ve sıkça yoklama alıyor. Sürekli uyarıyor. Onun sesini takip ediyoruz hep. Tehlikeli(!) yerlerden geçerken elini kolunu uzatıyor bize. Karanlığın yarattığı ürperti kalabalık olmanın ve birbirimizi sahiplenmenin güzelliğiyle bitiyor neredeyse. Aramızdan kimse alıp başını gitmiyor. Her daim diyalog halindeyiz diğer arkadaşlarımızla. Onların elleri ve sesleri de rehberimiz Yusuf kadar önemli bizim için.
Biri çalışmayınca dört duyu organı fazla mesai yapıyor
Görme hariç parktan, sokaktan, caddeden geçiyoruz. Pazara uğruyoruz. Tramvaya, vapura biniyoruz. Bir evin oturma odasında sesli betimleme yapılan bir televizyon filmini dinlerken yorgunluk atıyoruz. Çöp kutusunu, kuş yuvasını, bisikletin selesini, yuvarlak hatlarından vosvos marka arabayı, bankamatik tuşlarını, tahta köprüyü, hemzemin geçidi, duvarları, basamakları ve rampayı, plastik su şişesini, kartonu, kurşun kalemi tanımlıyoruz elimizle, ayağımızla. Kuşların sesi martılara karışıyor, vapur motorunun gürültüsü martıları bastırıyor. Manav tezgâhındaki meyvaları tanımlıyoruz burnumuzun desteğiyle ve elimizle. Kafeden aldığım maden suyu için uzattığım 10 Liranın üstüne verilen kağıt paranın 5 Lira ve bozuk paranın 1 Lira olduğunu anlıyorum. İçtiğim sıvının maden suyu olduğunu anlıyorum dilimdeki tadından.
6 Nokta
Kedi miyavlaması duyduğumda ürperip “ayyyyy” diye bağırıyorum ilk anda. Orada kedi olması durumunda ne halde olabileceğimi bu satırları yazarken bile hayal etmek istemiyorum. Kolayca ve mantığın emri olarak orada kedi olmasının imkansızlığına inandırıyorum kendimi hemence.
Türkçe alfabenin harflerinin olduğu duvardan adımızın baş harfini ve o harfin körlerin alfabesi olan “6 Nokta”daki karşılığını bulmakla kalmayıp bir de günün anısı olarak bize dağıtılan karton çerçeveye yazıyoruz; daha da ileri gidip tam ad-soy adımızı ve günün tarihini de ekleyerek.
Körlük, İstanbul, karanlık, beyaz baston
Dokunma ve işitme duyu organlarımız fazla mesaide. Burnumuz ve dilimiz de ihtiyaç olduğu her an mesaiye hazır bekliyor. Hissetmenin güzelliği yaşadığım duygu aslında. Hayal ediyorum kuş kafesinin rengini. Kafedeki koltuk düzenin ay şeklinde olduğunu anlıyorum; sehpanın çevresinde dolanırken.
Hissetmek, körlük, İstanbul, karanlık, beyaz baston, farkındalık, dokunmak, rehber, işitmek, koklamak, tatmak, 6 Nokta dahil bir sürü anahtar kelime var bu sergide.
Kafede sohbet ederken hep beraber rehberimizin körlük hususunu çoktan aştığını anlıyorum. Açık yüreği ve tüm içtenliğiyle kör olmaya dair konuşuyor bizimle. Verdiğimiz bazı tepkiler için özür dilediğimizde “gerek yok; doğaldı” diyor.
Farklı tarafından bakmak hayata
Gezdiğimiz alanın 1500 M2, burada geçirdiğimiz sürenin 94 dakika olduğunu duyunca şaşırıyoruz. Yorgunluğumun fiziki değil duygusal olduğunu anlıyorum kafede otururken. Kendimle ve çevremle ve de yanımdakilerle girdiğimiz diyaloğun etkisi olmalı bu yorgunluk. Nesne – mekan – zaman algım değişti mi ne? Fotoğraf algım sıfırlandı galiba! Hayatın her dem baktığım tarafından farklı taraflara bakmam gerektiğinin ayrımına vardım; bilvesile.
Gözleri açık kör olmayı deneyimlediğim bu sürenin sonunda vedalaşıyoruz rehberimizle teşekkür ederek. İçinde “gözlerinize iyi bakın” minvalinde cümlelerin yer aldığı dileklerde bulunuyor yol arkadaşları birbirine. Ne rehberimiz Yusuf’un, ne o adını sanını bilmediğim yedi arkadaşın sesini unutmayacağım ve nerede olursam olayım duysam hatırlayacağım; öylesine yer etti çünkü bende.
Önyargısız bir dünya
Çok hafif ışık süzmesinin olduğu alana çıktığımda gözlerimi kırpıştırıyorum habire. Ziyaretçilerin duygularını yazdığı deftere göz atıyorum hızlıca. “Önyargıların olmadığı bir dünya” yazmış biri. “Karanlığın zihnimizdeki resimlerini gördüm” demiş başkası. “Korkmayacağım artık karanlıktan”, demiş bir diğeri.
Metro İstasyonundan çıktığımda beni karşılayan rüzgar kafamdakileri uçuramıyor; elimdeki sigaraya gücü yetiyor.
Kendimle diyalog
“Körlüğü sergi vasıtasıyla deneyimlemek için; kendimizi kör insan(lar)ın yerine koyarak on(u-ları)n duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamak için bu sergi şehir şehir gezmeli ve herkes bu sergiyi gezmeli” diyorum kendimle girdiğim diyaloğun başlangıcında.
“Empati, biraz empati hayatın içinde biraz daha fazla empati” diye sürdürüyorum kendimle diyaloğu.
“Kendini karşındakinin –mesela vapurda yanına oturan bir körün– yerine koy; hayata ve olaylara onun gibi bak; onun duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamaya ve hissetmeye çalış; onu anladığını ona söyle ki o anlaşıldığını anlasın”, diyerek sonlandırmaya çalışıyorum kendimle diyaloğu ama başaramıyorum uzunca bir süre. (ŞD/HK)
* Şadiye Dönümcü, sosyal hizmet uzmanı.
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.