İstanbul İyi Gelir; İnsana
50 yaş ve üzerindeki insanların doğal üyesi olduğu “En Güzel Yaştaki İnsanlar Kulübü”ne aktif üyelik için en önemli koşul: Zaman ve mevsime bağlı kalmadan ke(ş-y)fetmek…
Hayata kaçıp yaşadığım kısa süreli –yine bir– İstanbul güzelliği; kulüp aktif üyeliği için gerekli puanları toplamamı sağladı. Nasıl mı?
1- Biriktirdiğim özlemin bir bölümünü tükettim. İnsan yaş aldıkça –daha iyi- anlıyor yitirdiği, uzaklaştığı şeylere duyduğu özlemin anlamını. Yaptığımız her seçim, bir şeylerden vazgeçmek olduğundan hayatımızdan eksilenleri hatırlamak –yani onları özlemek- insanı güçsüz kılıyor bazen. Bu İstanbul seyahati; biriktirdiğim özlemin bir bölümünü tüketmemi –ve dolayısıyla güçlenmemi– sağladı.
2- Bir kent gezginin elinden çıkma “yarım yüzyıllık kent duvarları” arasında gezindim. İstanbul Modern’deki “Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı” sergisi Burhan Doğançay’ın tüm kariyeri boyunca ürettiği eserlerden derlenmişti. Doğançay Retrospektifi’ni gezerken kendi geçmişime dönüp yaşadığım olayların gerisine baktım; mecburen değil tercihimle. Çünkü ben hep sevdim sokakları ve duvarları.
Ressam farklı ve kendine özgü tekniğiyle; gördüğüm ya da görmediğim şehir ve ülkelerdeki afiş-pankart-gazete kupürü vb. slogan-mesaj-sembol-işaretlerle bütünlemiş, eserlerini. Farklı temalarda değişik ebatlı tuvallere yapılan resimlerin arasında gezinirken, farklı duygular eşlik etti bana.
14 ayrı temalı eserden oluşan sergide ben “Kapılar, Çerçeveli Duvarlar, Hücum-Kurdeleler-Koniler”i ama en çok da “Sapak”ı sevdim. Niye mi Sapak? Duvar yazı-resim-objeleri, hayatın izi tamam! Hayat anayolunun bir sürü sapağına bizi yönlendiren levhalar, oklar ve benzeri işaretler ne peki? İzleyici olarak sordum kendime: “Nerden geliyorum? Nereye gidiyorum (acaba)?” diye.
3- İstanbul Modern’de “Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar” sergisinde yer alan eserler ve eşlikçi metinler de yaşadığım(ız) hayatın bilumum oklarını bana yönlendirdi. Kapalı bir mekanda saatlerce ayakta olmanın getirdiği yorgunluğu, izlenen her eserin yarattığı yürek yorgunluğunu videodan -ve oturarak– izlediğim “Dünden Sonra” fotoğraf seçkisiyle bir nebze attım. Müzenin terasında kahvemi içerken, biriktirdiğim özlemin geri kalanını tüketmek adına önümdeki gökdelen büyüklüğündeki Cruise gemisine binip okyanuslar ötesine gitmek istedim.
4- İndim–bindim; İstanbul’u keşfettim. Yaşadığım ülkenin yaşamadığım şehrinde, yabancı gibi gezmenin keyfine vardım; iki katlı üstü açık otobüsle ve 25 lira bedelle. Mavi hat güzergahı boğaz turuydu. Ayasofya’dan başlayıp Beylerbeyi Sarayından dönülerek varış noktasına geliniyordu. İstanbul’a az biraz yükseklerden ve ille de kör nokta olmaksın bakmak çok keyifliydi. Boğaz köprüsünü ayakta, saçlarım rüzgarda, yüreğim uzaklarda, hafif çiseleyen yağmur altında ve “Yeni Türkü“nün söylediği rembetikolar eşliğinde geçmek çok güzeldi.
İkinci turum olan yeşil hat Ayasofya-Eyüp arasındaydı. “Hop On-Hop Off” yani indi-bindi yaptım iki kez. Durakta inip teleferikle Piyer Loti Kahvesine çıktım. Türk filmlerinden aşina olduğum bu tepede sakızlı lokum eşliğinde içtiğim kahve damağımda, gözlerimle kaydettiğim Haliç manzarası belleğimde uzun süre kalacak gibi.
Gelen tur otobüsüne binip bu kez Miniatürk parkında indim. Karlı bir günde çekilen fotoğraflarını gördüğümde çok görülesi gelmişti, bu park bana. Gezip gördüğüm yerlerin ya da gezip görmediğim mekanların minyatürlerini görmek keyif verdi bana.
Yolculuk ve görsellik yorgunu vücudum “fantastik” diye adlandırılan gece turuna katılmama cevaz vermedi.
5- Pera Müze’de Goya’nın top oynayan çocuklarıyla tanıştım. Resim sanatından pek anlamam ama görme olanağım olan hiçbir sergiyi de kaçırmam. Goya’ya ilişkin sanal alemden edindiğim bilgiler işe yaradı; gezerken sergiyi. Portreler, gravürler, yağlı boyalar… Ve tüm gerçekliğiyle hayatı, İspanya’yı, savaşı, boğa güreşlerini fırçasıyla bize anlatarak onun gibi zamana tanıklık etmemizi sağlayan Goya’nın, yağlıboyayla resmettiği şirin, elma yanaklı ama gözleri hüzünlü çocuklarını sevdim.
6- Türker İnanoğlu Vakfı (TÜRVAK) Sinema-Tiyatro Müze ve Sanat Kitaplığına girişte Türk filmlerinde meyhaneci-bahçevan-yoksul ama gururlu babayı oynayan Faik Coşkun “Hoş geldiniz” diyerek karşıladı beni. Giriş katındaki 100 yıllık film gösterim cihazını, üç objektifli kamerayı, montaj ve kurgu masasını, senkron cihazını, körüklü fotoğraf makinelerini, kömürlü projeksiyon cihazını gösterdi bana. Afiş-fotoğraf-karikatür-yazılı belgelerin her birini hızla okuyup anlattıktan sonra asansör önünde vedalaştık onunla.
Müzenin üçüncü katındaki İsmail Dümbüllü Salonunda Karagöz ve Hacivat eşlik etti bana. Tiyatro sanatına emek vermiş tanı(ma)dığım tiyatro insanlarıyla merhabalaşıp, program dergileri kapak kolajları, Mengü Ertel afiş seçkisi, masklar, aksesuarlar ve belgeler arasında gezindik.
Muhsin Ertuğrul salonunda sohbet ettim; o yüce adamla. Özel eşyalarını, arşivini, dokümanlarını gösterdi bana. Darülbedayi turne sandığı ilginç geldi bana. Afife Jale Salonunda afiş-oyun ilanları-fotoğraflar, kostümler arasında gezinirken içimden sohbet ettim; o güzel kadınla. Behzat Budak Belgeler Salonundaki tüm belgeleri tek tek inceleme fırsatım olmadı.
İkinci kattaki Halit Refiğ Salonundaki sinema ve radyo cihazlarını, duvarlardaki sinema afiş ve film sahne fotoğraflarını kendimle gezdim; mütebessim. Adnan Öztrak Televizyon Salonunda beni televizyon cihazları, televizyon ünlüleri, çeşitli programlardan görüntü seçkileri, belgeler bekliyordu.
Kendi adını taşıyan salonda selam verdim saygıyla; Türker İnanoğlu’na. “İyi ki varsın” dedim coşkuyla. Erler film tarihine ilişkin biriktirdiği belgelerden bazılarının aslında benim kişisel tarihime de not düştüğünü fark ettim. Senaryo defterlerini inceledim hızlıca.
Lütfi Ö. Akad, Fuat Uzkınay Salonundaki belgeler ve cihazlar da ilginçti. Bende iz bırakan Türk filmlerini bir daha, bir daha Ali Efendi Sinema Salonunda tek başına izlemek isterdim; olanağım olsa.
Sergi Salonunu gezerken Kemal Sunal eşlik etti bana. Her birini defalarca izlediğim kendi filmlerinin afişlerinin önünde o filmle ilgili anlattığı şeylerle çok güldürdü beni. Yılmaz Güney, Ayhan Işık, Hulusi Kentmen, Öztürk Serengil, Sadri alışık, Cilalı İbo, Hüseyin Baradan, Vahi Öz, Necdet Tosun ve Belgin Doruk’un yanına götürdü beni. Hep birlikte sohbet ettik Türk sinemasına dair; Hafize Ana’nın ikram ettiği çay eşliğinde. Müze kapanacak olmasa bu sohbet daha çoook uzardı.
Müzede yapılan müzik yayınındaki parça seçimleri ile salonlardaki televizyon ekranından akan belgesel nitelikteki görüntülerinin ilgili mekanı tamamlama açısından çok başarılıydı; kanımca.
Gördüğüm her şey ilginçti. Bir-ikisini paylaşsam. Mesela… Bir tiyatro program kitapçığı arka kapağında yazılanlar: “Gençlere nasihat… Dünyada yaşadığınız müddetçe bir tecrübe olsun diye içtiğiniz sigaraların bir lezzetini duymanız için Türk Malı olan ve nefasetiyle meşhur Jöntürk sigara kağıdını kullanınız. Göreceğiniz istifadenin memnuniyet bahs olacağını temin ederim.”
Müze anı defterine yazılanlarından bazıları: “Vefa Müzesi“, “Ölmeden yaşayanlar müzesi de olsa”, “Unuttuğumu sandığım bir sürü şeyi unutmadığımı gördüm“, “Anılarımı canlandırdığım bu yerde, sanki bir şey kaybetmiş de arıyor gibiyim; (oysa) ne aradığımı biliyorum ne de bulduğum şeyi.” Ve sinemaya 20 yıl kadar emek verdiği notunu düşen kişi yazmış: (H)elal olsun.
Evet; gerçekten (H)elal olsun bu müzeye emeği geçenlere. Ve dilerim bir olanak olur da daha büyük bir yere taşınır bu müze. O zaman daha ferahfeza sergilenir bu belgeler diye düşünüyorum.
Türvak Kafe –hele ki yer karoları– öyle güzel ki! Kahvemi 1949’da Lütfi Akad, 1964’de Orhan Aksoy, 1973’de Halit Refiğ’in çektiği “Vurun Kahpeye” afişlerinin önünde içip, “1950 Öncesi Türk Sineması Sergisi”ni gezdim. Müzeden çıkarken sevgili Yavuzer Çetinkaya uğurladı beni: “Sinema tadında bir hayat yaşa“” diyerek.
7-8-9-10… İstanbul’da yaşadığım diğer güzellikler bende saklı kalsın. “Beni ‘taşkalası daha az olan’ Ankara paklar” deyip, yeniden özlem biriktirmek üzere döndüm “Kürkçü Dükkanı”na.
İstanbul’u mekan edinenler ve yolu oradan geçenler: “İyi İstanbullar olsun; size!” (ŞD/EKN)
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.