Herkesin Anneliği Kendine; Benzemez Kimseninki Bir Diğerine
Uykusuzum; uyuyamadım dün gece. Annemin ölüm yıldönümünde yanında olamamamın yarattığı suçluluk ve hüzün uyutmadı beni. Arkadaşlarıyla dışarıya çıkan kızlarıma olan evham uyutmadı beni.
Örgümü örüp, müzik dinlerken uçuşup önce kendime kondum.
“Anne(m)siz kalalı iki yıl oldu ve –mecburen- öğrendim annesiz kalan çocukların –yaşı kaç olursa olsun- üşüdüğünü. O beni, koşulsuz seven tek insanı kaybetmek çok kötü, beni -iyiliğim için- yürekten eleştiren bir varlıktan yoksun kalmak çok acı(ymış). Mutsuzluklarımı olmasa bile, mutluluğumu paylaştığında keyfi katlanan annemin yaşamımdan çıkması ne zor(muş)” diye kendime gel-git yaparken adeta kaçarmışcasına çabucak havalanıverdim; çevremdeki annelere, çocuklara, hem çocuk hem anne olanlara doğru.
11 yaşındaki arkadaşım Toprak’a kondum önce. İki yıl önce annesiz kalan, babası da özgürlüğünden yoksun olan, halasının yanında akranlarına görece çabucak büyüyen, bir çocuk için gereken ve maddi olan her şeyin en iyisine sahip olsa da, sahip olamadığı tek şeyi, annesini isteyip özleyen, “Halam çok iyi, çok seviyorum onu. Ama annem değil!” diyen Toprak’tan sonra 48 yaşında iki çocuklu bir anne olan Ferdane’ye kondum.
“Gaddanı alayım”
“Annem gideli bir yanım eksik” diyordu bana, sanki ben bilmiyormuşum gibi. Çabucak ayrılıp üç çocuklu ve torunlu 62 yaşında bir kadın ve annesinin hiç büyümeyen çocuğu olan Almıla’ya kondum.
Şehriban Teyze 78 yaşında ve hâlâ Almıla’nın peşinde, tüm dar-geniş zamanlarında yanında. Kızına misafir geleceğinde İzmir’den Ankara’ya kalburabastı, yaprak sarması, kuzu etli şevketi bostan yemeği gönderen mümkün olsa Almıla’nın migren ağrılarını da çekecek bir anne o.
“Ben geniş bir kadınım. O yüzden işte; annemin yüzde biri kadar bile anne olamadım” diyen Almıla’dan Ceylan’a doğru uçarken “Ne büyük zenginlik,” diyorum kendi kendime “İnsanın her dem yanında ötesinde berisinde olan bir annenin varlığı.”
Anne ve babasını iki yaşındayken kaybeden, çocukluğu yuva ve yetiştirme yurtlarında geçen, anne ve baba sözcüklerini kullanmadığından iki yaşındaki kızı Hazal her “Anneci” dediğinde kuzusuna “Gadanı alayım(**)” diye yanıt veren Ceylan’dan Fehime Teyze’ye konuyorum.
Erkenden yıldızlara karışan kızının yaktığı yüreğini göz yaşıyla söndürmeğe çalışırken “Kızıma mı? Bıraktığı kuzusuna mı? yanayım!” diyen Fehime Teyze’den çabucak kaçıp Hatice’ye konuyorum.
Annesi için “Elbette sevdi beni, kardeşlerimi. Ama bunu hiç ifade etmedi; ne sözle, ne bedeniyle. Bu yüzden çok zor öğrendim; sevgimi ifade etmeyi. Şimdi oğluma sarılmak, ona dokunmak için bütün fırsatları değerlendiriyorum” diyen Hatice’den eşi için “Düzenli titiz annenin -kayınvalidesi yani- darmadağınık çocuğu” dediği Bülent’e konmuşken birden annem gelip oturuyor gözümün önüne pamuk yüzüyle.
“Bana yaptıklarınızı çocuklarınız da size yapsın”
Sanki konuşuyor ve bana “Senin bana yaptıklarını çocukların da sana yapsın” diyor. Onu üzdüğümde ya da sevindirdiğimde söylerdi bu cümleyi. Kendimin bile zor duyacağı bir sesle yanıt veriyorum:
“Annecim beni üzüp, kırdıklarında Ba-Pı’ya ben de söylüyorum aynısını:
“Sizin bana yaptıklarınızı çocuklarınız da size yapsın.”
İçim yanıyor birden. Örgümü bırakıp yerimden kalkıyorum su içmek için. Annem benimle birlikte mutfağa geliyor -sanki- ve bana dönüp; “Hatırlar mısın küçükken beni üzdüğünde ‘anne olunca beni anlarsın’ ya da ‘Ne zaman ki senden öte bir canın olacak; o zaman anneni anlayacaksın’ derdim. Bak saat kaç oldu? Kızların henüz gelmedi diye uyku tutmuyor seni” dediğinde içim bir tuhaf oluyor.
Bir bardak daha su içiyorum; bu kez annem için ve kana kana. “Haklısın” diyorum “Annelik anlatılarak değil, yaşanarak öğrenilen bir şey(miş)”
Salona geri dönüp, duvardaki annemin fotoğrafına bakarken bir kez daha onu ne kadar özlediğimi duyumsuyorum.
İçim tuhaf olmaya devam edince çareyi Zülfiye’ye konmakta buluyorum. Çocuklarını üzmemek, onların düzenini bozmamak adına memelerini saran o illet hastalık karşısında edilgen tavır alan annesine isyan eden Zülfiye’nin söylediklerini anımsıyorum, gönülden hak vererek:
“Annemin sevgisi maraziymiş. Bizi gerçekten sevseydi; o illetle hep birlikte mücadele etmemizi sağlardı. Bak şimdi ellerimizin arasından kayıyor ve bir şey yapamıyoruz.”
Sonra bir zamanların çelik sinirli, güç abidesi iken, artık duygularına nüzül inen, yorgun, bitkin arkadaşım Gülsüm’e konuyorum. 27 yaşındaki kızı için olmayacağını bilse de, zamanı ileri-geri itmek isteyen, uyumak ve uyandığında her şeyin eskisi gibi olduğunu görmek isteyen Gülsüm’ün sesi eko yapıyor kulaklarımda:
“İçimdeki incecik tellerin, can tellerimin koptuğunu hissediyorum.”
Birden sigara istiyor canım. Yok yok; sigaradan da Gülsüm’den de uzaklaşmalıyım hemen.
“El öpenlerin çok olsun…”
Beklentilerini gerçekleştirmeyen çocukları için üzülen Ayşe’ye konuyorum. Gür sesiyle “Annelerin çocuklarını koşulsuz sevmesi ne büyük haksızlık! Bence tek koşulla sevmeli: Say beni sayayım seni, sev beni seveyim seni.”
Kendimi gülümserken yakalıyorum Zehra Teyze’ye doğru uçarken. Elini öpen genç kadına “El öpenlerin çok olsun evladım” diyen, “Çocuğum yok ki…” yanıtını alınca “Benim de yok ” diyerek ağlamağa başlayan ve şimdi huzurevinden ayrılıp o genç kadınla ana-kız aynı evde oturan Zehra Teyze’ye konuyorum.
Mutluluğunu “Allah, bana bugünleri de gösterdi” diyen bu taze annede fazla oyalanmadan 9. Mayıs günü oğlu Özgür’ü doğuracak olan Sonay’a konarak “Güneşi çok olsun! Analı- babalı büyüsün” diyorum.
Sonay’dan genç ve iki küçük erkek çocuklu Zeynep’e konuyorum.
“Annelik; başaramama korkusunu iliklerimde hissettiğim ilk ve tek duygu. İş, sevda, acı… Her şeyin üstesinden gelebileceğimi, bir yolunu mutlaka bulabileceğimi, olmazsa da ‘tamam buraya kadar’ deyip geri çekilebileceğimi düşündüm hep. Ama bebeğimi içimde hissettiğim andan itibaren hep korktum. Anne olmayı başaramazsam, bebeğimin ihtiyacı olan sevgiyi, ilgiyi veremezsem, onu yeterince şımartamazsam diye korktum. Yeterli sabrım olmazsa, yaşamında benden kaynaklı sorunlar, eksiklikler olursa diye korktum. Yaşamından elimde olmadan ayrılacak olursam ona kim bakacak diye korktum. Hiçbir sevda canınızda büyüttüğünüz o minik parçanın yerine koyulamaz” mealindeki söyledikleri geçti usumdan.
Konma sırası dört yaşındaki güzelim Derin’in “felsefik” annesi Ege’ye geldiğinde onu ne kadar çok özlediğimi hissediyorum. “Annelik bilinçle vuku bulsa bile; kişiye bilincini sorgulatan bir vak’adır” deyip ardından “Kendini tüm iyi ve kötü yönlerinle karşında görebilmek için annelik; en iyi ve en acımasız yöntemdir” diyen Ege gülümsetiyor yine beni.
Her kadının anneliği farklı…
Önce gülüşme seslerini duyuyorum kızlarımın. Ardından kapıda dönen anahtar sesini. Uyuşmuş ayaklarımla koltuktan kalkmaya çalışırken bir yandan esniyorum:
“Annem ‘Herkesin anneliği kendine; Benzemez kimseninki, bir diğerine'” derdi.
Haklı(ymış); Her annenin kokusu gibi, anneliği de farklı. (ŞD/GG)
* Şadiye Dönümcü, Sosyal Hizmet Uzmanı
** Birinin başına gelebilecek kötülükleri (dertleri, belaları) almak. “Sana gelecek bela bana gelsin”
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.