Güneş, Ay ve Yıldız’ı Olan Adam
Hayatıma ışık veren iki çocuğumdan uzak olmak bana çok zor geldi. Onların sevdiği yemekleri yemeyerek kendimi cezalandırdım. Benim evrenimde bir tane yalan vardı; güya babamın olduğuna dair. Bu son yalana gerek yoktu hiç.
“Nilgün Hanım yok mu?” diyerek girdi içeri. “Çocuğu hasta. İzinli. Oturun lütfen” deyince valizi yere bırakıp otururken “Ben kuzeni; İsmail” deyince kendisini gıyaben tanıdığımı, çocuklarının isimlerini çok sevdiğimi söyledim. Çaylarımızı içerken sohbet çocuklar üzerine kuruldu.
“Kuzenimin işi zor. Tek başına büyütüyor oğlunu. Can için de kolay değil babasızlık. Ben bilirim babasızlığın ne olduğunu. Ne anamı, ne de doğacak çocuğunu umursamadan Alamanya’ya çekip gitmiş. Ya anamı sevmediğinden ya da iç güveyi olduğu evde ezildiğinden terk etmiş bizi.
Köyde çocuklar beni dövdüğünde, okula başladığımda, sünnet olacağımda, erkeklik dersi verileceğinde, karne-diploma aldığımda, vilayette Meslek Lisesi sınavına gideceğimde, kazandığımı öğrendiğimde, okula kayıt yaptırılacağında, tatillerde köye gittiğimde, askere gidişimde, evlenirken yanımda, arkamda dedem olduğundan ‘baba’ yerine bolca ‘dede’ sözcüğünü kullandım hep.
Anam babasının torunu için doğru olanı yapacağına inandığından, her söylediğini ‘he’lerdi. Üniversiteyi kazandığımda da; ‘Oğlanı oralarda yalnız koma. Ev alayım; sen de git!’ denince anam ‘yaşama bahanem’ dediği oğlu için zorlansa da Ankara’ya yerleşti. Öyle ya; ben babamdan kalan alyansı gibi bir hatıraydım; canlı ve paha biçilemeyen cinsten üstelik. Anamın bana ve dedeme rağmen kendini ne denli yalnız hissedebileceğini büyüyünce(!) anladım.”
Gözleri sulansa da yabancı birinin yanında onları özgür bırakamadı. İsmail Beye öyküsünün bir bölümünü bildiğimi fark ettirmeden dinlemeyi sürdürdüm.
“O adını sevdiğini söylediğiniz çocuklarım ikinci eşimden. İlk eşim Süreyya bana iyi eş, doğacak çocuklarımıza da iyi anne olabilecek biriydi. Evlendiğimiz yıl hem dedemi hem anamı kaybedince o benim her şeyim oldu. İçimde büyüyen ah yüzünden ‘Öyle bir baba olacağım ki…” derdim hep kendime.
Doğa bana bunu da çok gördü. Süreyya’nın iki yumurtalığı tıkalıydı. Operasyonlar, harcanan emek ve paralar sonuç vermeyince ‘Boşanalım’ dedi. ‘Çocuğunun olmaması senin suçun mu?” soruma “Olmayabilir. Peki senin suçun ne? yanıtını aldım.
Kağıt üzerinde boşansak da yaşamımdan çıkmadı. Hayattaki en iyi dostum oldu. Beni baba yapacak kadını bile o buldu. Çocuklarımın da… “
Telefonum çalınca sözü yarım kaldı. Arayan arkadaşımdı. “Kuzenin İsmail Bey burada. Dertleşiyoruz işte“ deyip telefonu ona uzattım. “İçimi dökmeye yanına geldim. Yoksun. Arkadaşının başını şişiriyorum.” deyince “Estağfurullah” dedim devam etmesi için yüreklendirerek.
“Evleneli bir yıl olmadan yaşamımıza ‘Güneş’ doğunca; başım göğe erdi sevinçten. İnanın yüreğimin yağı erirdi o ‘ba- baa bab-ba babb-baa’ derken. Güneş; çabucak abla oluverdi; Ay ve Yıldız doğunca. Üç yılda bana üç çocuk verdi Hayriye. Bana kalsa bir düzine çocuğum olsun isterdim.
Dünya bir yana, çocuklarım bir yana. Alt temizlemek, banyo yaptırmak, kusmuk silmek, çamaşır yıkamak, mama yedirmekten hiç yüksünmedim. Çocukların ‘Sürranne’ dediği Süreyya ise her dem bize destek verdi. Çocuklara bazen ana, bazen abla-arkadaş oldu.
Yumuşak, kural koyamayan, anlamlı-anlamsız her talebi ‘he’leyen, dünyanın çocuklarım üzerinde döndüğünü sanan bir baba oldum. Yanımda olduklarında ‘onu ben yaptım’ dercesine yürüyüşüm değişir. Her davranışlarını onaylayarak şımarttım onları. Küçücük başarılarıyla gururlandım. Hasbelkader bir bardak su getirdiklerinde, okuma-yazma öğrendiklerinde teşekkür ettim onlara.“
İçinde biriken şeyleri boşaltmak mı? Öz eleştirimi? Bir hüsran mıydı İsmail Beye bunları anlattıran. Dinliyordum sadece soru sormaksızın.
“Babalığın tadını daha uzun yıllar çıkarmak için Güneş doğduğunda sigara ve alkolü bıraktım. Babalık bana sabretmeyi, candan öte can(ların) olabileceğini, sevmenin başka türünü öğretti.
Lafın gelişi bir bardak süt isteseler bir ton süt aldım, en iyisinden. Sağlıklı büyüsünler diye ülkenin her yerinden yiyecek tedarik ettim. Onlar uyumadan yatmadım. Uyandıklarında meyva sularını kahvaltılarını hazır ettim.
Ders çalışmak yerine, giyinmeyi, gezip tozmayı sevdiler. Saygılı çocuklar yetiştirdiğimi düşünür(d)üm hep. Kardeşler arası kavgalarda nadiren kötü sözler söylediklerinde onların yerine ben utanırım. Kötü not aldıklarında, öğretmenleri ‘yeterli çalışmıyor’ dediğinde, annelerini dinlemediklerinde, Sürranne’lerini üzdüklerinde kendimi kötü hissederim. Onların yerine özür dilediğim bile olur. Dertleriyle birlikte, hatasıyla, sevabıyla büyüyorlar işte. Ben onları her halleriyle sevdim.
Niye? Güneş, Ay ve Yıldız; benim özel evrenim. Niye? Ben hayatta en çok babalık yapmayı sevdim çünkü. Bana ‘kötü örnek oluyorsun’ diyenler var. Bilmiyorlar ki; babalığı çocuklar için değil; kendim için yaptığımı.”
Gelen kahveyle kendinden söz etmeye ara verip sordu: “Sizin var mı çocuklarınız?” Sadece “Evet” yanıtı alınca sorularını sürdürmedi.
“Annelik babalıktan da zor” deyince kendimi tutamayıp “Annelik de, babalık da model model“ deyip güldüm.
“Beni ufak tefek sendelettikleri oldu çocukların. İlk yıktıklarında ‘bir daha kalkamam’ desem de… Alanya’da tatildeyiz. Sahilde ateşin çevresinde gitar çalıp şarkı söyleyeceğiz dediler. Balkonda kitap okuyarak onları beklerken içim geçmiş. Uyandığımda gün doğuyordu ve gelmemişlerdi. Sahile gittiğimde onlar neşe içinde şarkı söylüyorlardı. Ve ellerinde sigara vardı.
Onlar beni görmeden kaçtım oradan. Babaları onlar zarar görmesin diye sigarayı bırakmışken, onlar içebiliyordu. Nedenini açıklamaksızın günlerce konuşmadım ailedeki herkesle. Konuşursam; değerlerimi yitirmekten korktum sanki.”
“Gerçek çocuğumuzla hayalimizdeki ya da beklediğimiz çocuk farklı olabiliyor.” Sizin sigara içmeyen bir çocuk beklentiniz olduğundan hüsrana uğramışsınız” diyecektim vazgeçtim.
“Kaç yıldır içtiklerini bildiğimi onlara hissettirmedim ama sindirdiğimi de söyleyemeyeceğim. Beni dün yıkarak virane hale getirdiler.
Ardı ardına üç çocuk olunca, evimizde üniversite sınavı gerginliği bitemedi. Ve komiktir; önce en küçük, Yıldız’ım kazandı sınavı. O ilk, Güneş dördüncü, Ay üçüncü girişinde kazandı sınavı. Ay ve Güneş aynı yıl aynı okulu kazandı. Anadolu’daki bir üniversitenin Meslek Yüksek Okulu’ydu girdikleri yer. Ben Boğaziçi’ni kazanmışlarcasına mutlandım. Kayıt esnasında bir ev alıp, döşedim. Güven içinde okusunlar diye yardımcı bir hanım ayarladım.
Hayatıma ışık veren iki çocuğumdan uzak olmak bana çok zor geldi. Onların sevdiği yemekleri yemeyerek kendimi cezalandırdım. Sürekli kargoyla yiyecek gönderdim. Nadiren yanlarına gittik; çoğunluk onlar gelip gittiğinden. Alıştık sonuçta. Derslerini her sorduğumda ‘iyi’, ‘fena değil’, ‘idare eder’ gibi yanıtlar aldım. Çocuk değiller ki; “karne getirin” diyeyim.
İki gün önce yanlarına gittim. Mezun olacaklar ya; evi satma niyetiyle. Güneş ‘iki dersim var daha’, Ay ‘bir dersim kaldı; okul bir dönem uzar’ deyince ‘iyi’ dedim çaresiz. Dün ortaya çıktı ki; mezuniyet lafını ağzımıza bile almak haram. Hiçbir şey söylemeden ayrıldım yanlarından; konuşursam değerlerim kaybolur diye. İçimden ‘sağlık olsun’ diyorum ama; dışımdan söyleyeceğim laf yok. Bakın memlekete bile dönemedim.
Benim evrenimde bir tane yalan vardı; güya babamın olduğuna dair. Bu son yalana gerek yoktu hiç.”(ŞD/EÜ)
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.