Evler Kitaplara Dar, Hayat ise Her Şeye
Kabul işlemini bitirdiğimizde “Bir maruzatım var. Memleketteki büromu kapatacağım ama içindeki yedi bine yakın kitabı ne yapacağımı bilmiyorum. Çocuklar, torunlarım istemiyor. Huzurevine bağışlasam! Alır mısınız?” deyip, elindeki listeyi uzatmıştı müflis hayat müteaahhiti ve filolog Ragıp Bey.
Yaşlılıkta kitaplar bile yük
Listede ben doğmadan yayımlanan Milli Eğitim klasiklerinden tutun, aklınıza gelecek binlerce, çoğu Türkçe azı İngilizce şiir, roman, deneme kitabı vardı. “Buradaki kütüphane yeterli. Zaten yaşlılar kitaba –hatta hayata– ilgisiz. Memleketinizdeki Halk Kütüphanesi’ne bağışlasanız…” dedim. Kültür Bakanlığı’nın gönderdiği ve çerçevelettiği teşekkür belgesini duvara asarken “Yaşlılıkta her şey yük; kitaplar bile” dediğini hiç unutmadım.
Kağıt toplayıcılarının ellerinden öpecekler
İleri yaştaki hocama uğradım, geçenlerde. Evindeki boya-badana vesilesiyle kitap temizliği yapıyordu söylenerek; “Benden sonra kimse ilgilenmez bunlarla. İsteyen gelip alsın dedim; eşe dosta. Herkes e(l-v)indekinden bıkmış. Psikiyatri asistanı komşumun torunu İngilizce psikiyatri-psikoloji kitaplarını aldı sadece. Yıpranık kirli olanları atıyorum. Diğerlerini kuzenim Milli Kütüphane’ye verelim diyor. Alırlar mı? Değilse kağıt toplayıcılarının ellerinden öpecekler. Tek derdim kitaplar olsa! Fotoğraflar, plaketler, belgeler n’olcak?” Bir dosya uzattı elime; içinde sertifikalar bulunan. İçimi acıttı; her biri yaşanmışlık kokan o belgeler.
Ben okudum, sen de oku sonra…
Kiracı olduğu büyük evden, satın aldığı küçük eve taşınma esnasında artık işine yaramayacak olan kitaplarıyla vedalaşmak zorunda kalan arkadaşım üniversite kütüphanelerinin ilgisizliğinden yakındı. Çok azını bila bedel sahaflara verdi; kalanları kapı önüne koydu. Çevremde kitapları için özel ev kiralayan, satın alan insanlar yok ama bir arkadaşım toz alerjisi olan torununa baktığı için mecburiyetten kitapla dolu odasını boşaltıp; apartmana ait depoyu kiraladı; bari orada çürüsünler diye.
Evlenip giden çocukları kendi evindeki kitapları alıp götürmemelerinden yakınan arkadaşım ” Herkesin kitabı kendine. Benimkiler bana yetiyor. Toz yuvası, vallahi” diyor. İyi okuyucu bir arkadaşım ise son yıllarda okuduğu kitabı saklamayıp birine veriyor; okuduktan sonra başkasına ver tembihiyle.
“Hadi birazını ayıklayalım”
İmmün sistem hastası arkadaşım Hasret; evinden çık(a)madığından tüm gününü kitap-film-sanal alem ile değerlendiriyor. Kocaman çalışma odası var; gazete, hafta sonu ve kitap ekleri ile kupür arşiviyle dolu. Yardımcısı onlara dokunamıyor. Oda toz içinde. Her görüşmemizde “Hadi birazını ayıklayalım” dediğimde bana kızdığından, onu kaybetmemek için artık sussam da evine salonda oturma koşuluyla gidiyorum.
Dipten Gelen Dalga
Çok zengin kütüphanesindeki kitaplarını çevresindekilerle paylaşan, ilgisi doğrultusunda çıkan her kitabı alıp çoğunu da okumaya zaman bulamayan, kitaplarını emaneten bile ihtiyacı olana vermeyen özellikte arkadaşlarım da var. Yıllar önce kendisinden borç aldığım Ehrenburg’un “Dipten Gelen Dalga”sını kaybettiğim için beni hiç affetmeyen arkadaşım da var.
Mithat Bey
Pelin Esmer’in yönettiği “11’e 10 Kala” filmini izlemiş miydiniz? Kitap dahil her tür basılı şeyi biriktirme tutkusu nedeniyle karısı tarafından terk edilen, evinde kendisine –neredeyse– yaşam alanı bırakmayan, astım hastası yaşlı koleksiyoner Mithat Bey’in gerçek öyküsünü anlatan film bu manada etkileyici ve düşündürücüydü.
Filmi birlikte izlediğim arkadaşım çıkışta Mithat Bey benzeri kuzenini anlatmıştı. “Koskoca ev her türlü kağıtla dolu. Ve de kedilerle. Yatağı, gardrobu, banyosu dahil her yer –bence– çöp. Salondaki kanepede uyuyor; üstündekileri her gün indirip kaldırarak Obsesif Kompulsif Bozukluğu olduğunu kabul etse de, tedaviyi reddediyor. Kendi sağlığımı korumak adına evine gitmeyip, sıkça telefonlaşarak ilişkiyi sürdürüyorum.” Kitaba eyvallah da kedilere asla demiştim ona.
Dilbahar… Bebek-kitap
Çiklet kartı, çikolata yaldızı biriktirmekle başlayıp ardından basılı her şeyi biriktirerek -aklınca- kendine güvenlik kalkanı oluşturan ve tüm saplantı-zorlantı bozukluğu olanlar gibi bir şey(ler) biriktirmenin hastalık olduğunu kabul etmeyen uzak arkadaşımın öyküsünü yazmıştım yıllar önce bianet’e; “Dilbahar’ın Çöp Evi” başlığıyla. Dilbahar şimdi ne mi yapıyor? Kitapların üstünden düşen naylon torbaya basıp kayınca kalça kemiği kırıldı. Ameliyat başarılı geçse de o ölmeye yatınca, yakınları onu zorla özel bakım merkezine yerleştirip, evi de boşalttı.
Kitap dostlarını anlamak mümkün. Onların da anlaşılmayı beklediği kesin. Ancak iki odalı evinde bebeğini ve kitaplarını aynı odada barındıran arkadaşımı anlamakta güçlük çekiyorum. Çocuğunun sağlığını tehdit ettiğini bir-iki kez söyledim; dinlemese de…
Mecburi vedalaşma
Çocukluğumda ilk kütüphanem iki sebze sandığıydı. Sonraları binlerce olmasa da çokça kitabım oldu. Önce yangın, sonra su basması nedeniyle çoğu kitabından mecburen ayrıldığımda yüreğim rüzgar almıştı. Süreç içerisinde biriken yenileriyle ‘uzatılmış yas’ sendromuna kapılmadan kendime ve çocuklarıma ait olanlardan işlevselliği kalmayanlarla vedalaşmayı başaran (!) ben; işbu yazıyı daha kısa tutmayı ve konuyu toparlamayı başaramadım galiba.
Gözlerimiz, elimiz belleğimiz izin verdikçe
Evet; kitap daha doğrusu okumak hepimiz için vazgeçilmez. Gözlerimiz, elimiz belleğimiz izin verdikçe okuyacağımız kesin. Ama belli bir yaştan sonra insanın okuduklarına tekrar dönmesi zor; okunacak yeni bir sürü şey varken. Kütüphanemizdeki kitaplar sadece kitap değil; aynı zamanda yaşantılarımız. O yüzden zor ya; onlarla vedalaşmak. Ama hayatın bile insana dar geldiği günümüzde üstüne üstlük evimiz de kitaplara dar geliyorsa, –hatta sağlımızı da tehdit ediyorsa– sevgiyle, saygıyla onların bir bölümünden ayrılmak en iyisi, galiba. (ŞD/YY)
* Şadiye Dönümcü, sosyal hizmet uzmanı.
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.