Evet, Biz Barbarız Çocuğum
Ankara’dan çok daha cazip görünür İstanbul’un çok yönlü sanat ortamı ve kültür olanakları. Üç sanatsal etkinlik Anısh Kapoor Sergisi, 13. İstanbul Bienali ve Gülsün Karamustafa’nın “Vadedilmiş Bir Sergi’si aynı tarihlere denk gelince cazibesi daha da arttı İstanbul’un.
“Anne, Ben barbar mıyım?” adını taşıyan bu bienalin hazırlık süreci çalışmalarını sanal alemden izlemiştim zaten. Açıldığı ilk iki günde çıkan haberleri de okuyarak hazırlamıştım kendimi.
ARTER ilk mekan
İstanbul’a varınca ilk durağım bienal, ilk mekanım da İstiklal Caddesi’ndeki Arter oldu.15’e yakın eser sergileniyordu mekanda.
Didem Erk’in gezgin okuyucusu kadınla, çift kanallı video aracılığıyla tanıştım. Kıbrıs-Lefkoşa’nın kuzey ve güneyinde yüksek sesle kitap okuyarak kenti dolaşan ve okuduğu sayfa bittiğinde onları yırtarak ağzına atıp çiğneyen bu kadınla birlikte ben de yürüdüm ama bu metnin içine, kitabın travmatik içeriğine girmemi engelledi gibi.
“Vatandaşlar Bandosu” dört ayrı videoydu, üç çalgı farklı ülke sanatçılarınca çalınıyor, diğerinde bir Moğol çalgısına eşlik ediyordu sanatçı yanık sesiyle. Brezilyalı Marcelle’nin “kamusal alana müdahale edilebilir; üstelik bu sorgulanabilir de” mealindeki çalışması değişikti. “Durham’ın artık materyallerden yaptığı “Kapıcı” ilginçti.
Zaman takas edilince…
Bence bu mekandaki en değişik çalışma “Zaman Takası”ydı. Meksika’daki bir hapishanedeki erkek mahkumlara zaman takası teklif ediyor sanatçı. Mahkumlar sanatçının cezaevi koşullarında yapamayacağı bazı sanatsal etkinlikleri yapacak; sanatçı da onların dışarıdaki işlerini. Koşul şu: her iki taraf aynı süre ayıracak bu etkinlik için.
Örneğin mahkum oğlunun ilk adımlarına sanatçının tanıklık etmesini istiyor; kendisi de hücresindeki izmaritlerden sanatçı için bir kompozisyon oluşturuyor. Bu şekilde 365 takas gerçekleşiyor; sanatçı ve mahkumlar arasındaki bağ güçleniyor.
Sanal alem aracılığıyla zaman takası yapıldığını duymuştum ama bu çalışma sanatsal üretim kaygılı ve daha önemlisi içerisi-dışarısı söz konusu. Super ya…
“Hayat iki boyutlu bir temele dayanmıyor“ diyen İngiliz sanatçının “İkiz Kuleler” çalışması ile diyagram çalışması da ilginç geldi bana.
SALT Beyoğlu ikinci mekan
Mekanın kapısında Halil Altındere’nin sevimli ve ‘nüfuz”u azaltılmış “cüce” güvenlik görevlisi karşıladı beni. Giriş katındaki sıradan gündelik nesnelerden oluşan yerleştirme girift, farklı ve karmaşıktı; İstanbul gibi, İstiklal Caddesi gibi.
Çağdaş sanatı, güncel sanatı seviyorum; çok da anladığımı söyleyemiyorum ama zorladı beni bu çalışma. Duvar kenarındaki pet şişelerin eser mi yoksa çöp mü anlaşılması güçtü mesela. İzlemek istediğim videoyu daha sonraya erteleyip 10-15 dakika dolanıp çıktım mekandan.
Ancak üç gün sonra video için tekrar gittiğim mekanda o pet şişeler yoktu. Sergiyi gezen –sokakta yaşayan– bir çocuğun eserin birindeki kestaneleri görünce arkadaşına “la burada patlak kestane veriyolar” diye bağırması, yanındaki adama dönüp “midyeleri yeyip kabuklarını buraya atmışlar“ demesi gülümsetti beni.
Üçüncü mekan Antrepo No:3
Ertesi gün sabah erkenden gittim Antrepo No:3’e. Bahçe girişine yerleştirilen Ayşe Erkmen’in “gülleli vinç”i sanki içeride beni bekleyen sürprizlerin muştucusu gibiydi.
Dahil olduğum rehberli turda 50 (+) yaşta beş kişiydik. Sarı bienal tişörtlü klasik arkeoloji okumuş rehberimiz donanımlıydı ve bir buçuk saatlik zamanı bizim lehimize çok iyi yönetti. 50’ye yakın eserin büyük bir bölümünü onunla gezdik. Tur bitiminden sonra da tek başına gezdim.
Bizim hayata bakışımızı yönlendirip anlamlandıran güncel sanat eserlerinde sanatçıların ifade şekli çeşit çeşit malum.
Mesela; su gibi berrak ve yalın, sağ kulağı sol elle gösterme gibi dolaylı, demirden leblebi sert, yumuşak atın çiftesi gibi pek. Bazen de fazlaca zorlamalı, bazen de fazlaca ütopik ifadeler olabiliyor.
Kafka’nın ‘Şato’su, bienalin tuğla duvarı
Bu mekandaki eserlerden “Yırtıcı Hayvanların Midesinde” ve “Sıkıştır” bana çok zorlamalı, Atatürk Kültür Merkezini konu alan “Yoğun bakım” ve “Lamento” yalın, “Yüzyıl” çarpıcı, siyasi mücadele konulu “Los Encargados” ve “Sessizlik” değişik geldi.
Lopez’in Karaköy’deki yaya-araba trafiğinin görünmez kurallarını haritaladığı çalışmasını güncel sanatın en bariz örneğiydi, kanımca.
Mekan girişinde karşımıza çıkan “Şato” adlı eser; nam-ı diğer “tuğla duvar” bienalin ilginç çalışmalarından. Ben Kafka’nın Şato adlı kitabının tuğla duvarda oluşturduğu defoyu çok yaratıcı buldum. O defonun yarattığı izdüşümleri de.
Lale Müldür ve Nazım Hikmet eserleri seslendirilerek müzik-ışık-görüntülerle gerçekleştirilen ve Gezi Parkı direnişine de göndermeler yapan eser de izlenmeye değer.
Halil Altındere’nin “Harikalar Diyarı” klip/videosu tam bir demirden leblebi. Sulukule’nin yıkımının yarattığı öfkelerini “Tahribad-ı İsyan” grubu aracılığıyla söyledikleri hip hop tarzı şarkılarla dile getiren bölgenin genç Romanları gerçekten harika timsali.
‘Gezi Park Fiction St. Pauli
Başbakan tarafından ‘ucube’ ilan edilen ve sonrada yık(tır)ılan Kars’taki İnsanlık Anıtı vardı ya. Hollandalı iki sanatçının bu anıttan yola çıkarak yaptıkları tarladan fışkıran onlarca değişik formdaki elin yer aldığı “Yardım Eden Eller” adlı çalışması hem politik hem katılımcı bir çalışma.
Hamburg’un St.Pauli Mahallesindeki kentsel dönüşüme karşı olan Park Fiction direnişçileri arasında yer alan şehir plancı Schafer’in ilişkin çizimleri içeren yerleştirme ise tam bir sürprizdi.
Kendi parklarına 23 Haziran 2013’te Türkiye’deki gezi direnişine destek olmak amacıyla “Gezi Park Fiction St. Pauli”si adını vermişler. Yeryüzü sofrası çizimleri de vardı. Ne güzel bir dayanışma ve sanatın evrenselliği mi demeli acaba bu noktada?
Bu şüpheli çok tanıdık
Sıra geldi Belçikalı Bıjl’ın “Şüpheli” adlı eserine. Geceleri evine geç ve sarhoş gelen, televizyonda solcuların bir eyleminde görülen, uzun saçlı, sürekli kot giyen, çok sigara içen, tuhaf kadın-erkeklerle birlikte görülen, çöplerini yanlış günlerde çıkaran, kitapçılarda ve parklarda vakit geçiren, gündüzleri siyah müziği çalan bir sanatçı komşuları tarafından polise ihbar ediliyor.
Bıjl’ın eseri iki mekânlı bir yerleştirme. İlkinde –polis marifeti– darmadağınık bir atölye-ev görüyoruz; ikincisinde polisin arama sırasında bulduğu –ya da bulduğunu sandığımız- nesneler yani suç delilleri camekanlarda sergileniyor.
Ne kadar tanıdık? Ne kadar bize özgü? Sanatçılar zaten her an suç işleyebilir; dünyanın her yerinde. Ve bu durum bu denli etkileyici anlatılabilir sanat aracılığıyla.
Antrepo’yu gezmek dört saate yakın zamanımı aldı; ayaklarımın sızısını arada kahve içerek ya da video izlerken banklarda oturarak bir nebze dindirmeye çalıştım.
Dördüncü mekan Galata Rum İlköğretim Okulu
2012-Tasarım Bienali esnasında gittiğim ve çok sevdiğim bu okul bienalin şüphesiz en güzel mekanı. Okulda 20’den fazla eser sergileniyor; her biri farklı telden ve her biri çok keyifli.
Şener Özmen’in “Kusursuz Poşu”su “Takım Elbisem”i, “Optik Propogandası” düşündürttüğü kadar gülümsetiyor da insanı. “İsimsiz” çalışmasında lafını kestirmeden söylüyor.
Ve en sevdiğim performanslardan biri: Günlük. Danimarkalı Elmgreeen&Dragset okulun bir sınıfına koydukları masalarda günün belli saatlerinde günlük tutan insanlar.
Çocukları küçükken onların günlüklerini zaman zaman habersizce okuyan “şerefsiz” bir anne olarak bu konuda deneyimliydim. İki günlüğü baştan sona okusam da aklım diğerlerinde kaldı.
Ama bu günlükleri okumak bu kez beni ”şerefsiz” kılmadı; çünkü kamuya açıktı. Ve ifade etmeliyim ki; kendimi çok zor tuttum elime kalemi alıp bir şeyler yazmamak için.
Asla ile başlayan kurallar
Magdy’nin “Dünyayı Anlamak İçin 13 Kural” adlı duygu ifadeleri çizili lale videosunun anlatım dili çok berrak; mesajı ise çok netti.
Yazı çok uzadı ama dünyayı anlamayı kolaylaştıran bu kuralları yazmayı görev addediyorum.
- Asla bir şeyi anladığını varsayma, anlamış gibi yapma. Çünkü senin de aynı bizim gibi bir şey anlamadığını biliyoruz.
- Asla hiç bir şeyi değiştirmeye çalışma. Sen kendini bile değiştiremezsin.
- Asla doğayı sevdiğini iddia etme ya da çevreyi savunmaya kalkma. Sen bu gezegende uzaylısın.
- Asla hiçbir şey satın alma ve takas yapma. Her alım ya da takasta anlamsızlık girdabında daha hızlı boğulursun.
- Asla parayla aranın iyi olduğu sanısına kapılma. Eğer para baştan var olmasaydı fakirlik de olmayacaktı.
- Asla uykuya yenik düşme. Rüya görürsün.
- Asla bir fikri kanıtlamaya çalışma. Çünkü kimsenin asla umurunda olmayacaktır.
- Asla mantığa başvurma. Dünyaya uygun düşen soyut davranıştır.
- Asla bir şey icat etme ya da üretme. Diğerleri onu kullanacak ve daha fazla karmaşaya yol açacaktır.
- Asla köpeklere ya da insanlara güvenme. İkisi de kızdığında ısırır.
- Burada senden başka neredeyse 7 milyar insan daha olduğunu unutma. Bir önemin yok. Gerçekten kimsenin umurunda değilsin.
- Her gün ölümü ve ölüleri düşün. Ölüm seni her halükarda şaşırtacak ancak diğerlerinden daha hazırlıklı olacaksın.
- Hayat beklenmedik olayların karmaşık bir örgüsüdür. Hiçbir şeyin kesin olduğuna inanma ve bunu iddia etme.
İllaki çatlak
“Hayat uzun bir yol ve sinema onun gerilla harbi” diyen Lale Müldür’ün Kaan Karacehennem ve Bodelschwıngh ile birlikte çektikleri filmi izlemek iyi geldi bana.
İnci Eviner’in “Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt”ü okulun o güzelim balkonundan seyretmek keyifliydi ama zaman darlığı nedeniyle uzun kalamadığımdan pek anlayamadım doğrusu.
Ve Arjantinli sanatçının “Çatlak”ı. Benim yaralarımı kanırtan ve kanatan bu çalışma üzerine sanatçının ne söylemek istediğini tam olarak bilmiyorum ama ben en az beş sayfa yazabilirim; bendeki izdüşümlerine ilişkin.
Mülksüzleştirme Ağları
İlkin adlarını Gezi Parkı direnişi sırasında duyduğumuz Mülksüzleştirme Ağları çalışması Yaşar Adanalı, Burak Arıkan ve arkadaşları ile adsız katılımcılar tarafından geliştirilerek sürdürülüyor.
Kentsel dönüşümün sermaye-iktidar ilişkileri üzerine kolektif veri derleme, haritalama ve yayınlama çalışması olarak ifade edilen projeyle bienalde karşılaşmak manidar ve sürpriz oldu.
Baskılı üç harita vardı: Mülksüzleştirme Projeleri, Mülksüzleştirilen Azınlıklar, Mülksüzleştiren Ortaklıklar. Holdingler, şirketler ve yönetim kurullarındaki kişiler üzerinden gidiyor çalışma.
Ne yazsam eksik kalacağından “mulksuzleştirme.org”dan geniş bilgi edinmenin ve çalışmaya destek vermenin mümkün olduğunu belirtelim sadece.
Serkan Taycan’ın Kanal İstanbul’a ilişkin “Fotoğraflarla İki Deniz Arası” ile ilgili projesi hem demirden leblebi, hem de nalına mıhına.
Gezme esnasında en sona bırakmıştım Polska’nın Polonyalı hippileri anlattığı “Saç” video filmini. “Mülksüzleştirme Ağları”nda bila isteye çok oyalanınca sergi kapanma saati geldiğinden izlemek kısmet olmadı.
Bir güzellik insanı bu denli keyiflendirip mutlu ederken bir yandan da bu kadar yorar mı? Evet o gece yorgunluktan uyuyamadım dokuz saate yakın ayakta kaldığımdan.
Beşinci mekan İMÇ 5533
Üçüncü gün gittiğim Unkapanı İMÇ 5533’de sadece bir atölye çalışmasının sonuçlarını görebildim; programda yapılan değişikliği bilmediğimden. Ancak bu sayede uzun süredir görmek istediğim Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camisini gezme fırsatım oldu.
Ve teşekkürler
Bienale her düzeyde emeği geçen kişi ve kuruluşlara, destek veren tüm kişi ve kuruluşlara teşekkürler; üç gün süreyle bana yaşattığınız güzellikler için.
İş bu yazı üzerine
Ne diyordu Magdy: “Asla bir şeyi anladığını varsayma, anlamış gibi yapma. Çünkü senin de aynı bizim gibi bir şey anlamadığını biliyoruz.”
İş bu yazı; Magdy’e kulak asmadığımın kanıtı. Bienal çalışmalarını anladığını varsayan ya da anlamış gibi yapan birinin bir de bunu yazıya dökmeye kalkışması diyelim. Sadece iyi niyet var bu satırların yazarında biline…
Sorunun cevabı
Bienal bize soruyordu: “Anne, Ben barbar mıyım?” diye. Cevap hakkımı kullanıyorum: “Evet; biz barbarız çocuğum. (ŞD/HK)
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.