Bratislava Sokaklarındaki Bebekler ve Ezilmiş Akağaç Yaprağı
Rehberimiz Cem, arkadaşım Hürriyet ve önceden hiçbir tanışıklığım olmayan 37 insanla çıktığım, sokaklarında sevgililerin serçe ve güvercinleri barıştırdığı Budapeşte’den hüzün ve keşif yorgunluğu içinde ayrılıp, En Güzel Yaştaki İnsanlar Kulübü‘ne aktif üyelik için bana artı bonus kazandıracak olan Prag’a doğru yola çıkıyoruz. Yolumuz uzun; yaklaşık sekiz saat. Terk ettiğim şehrin güzelliklerini kapalı gözlerimle yeniden gezerken uyuya kalıyorum.
Mola sonrası aramıza sürpriz bir konuk katılıyor: Cem Yılmaz. Daha önce iki kez izlediğim halde, yine gülüyorum, üstelik kendime bile yabancı gelen kahkahalar atarak arada bir.
Derken Turkcell mesaj sesleri yükseliyor otobüste. “Slovakya’ya hoş geldiniz. Türk Büyükelçiliğinin telefon numarası ……..” yazan. DVD oynatıcısını kapatıp eline mikrofonu alan rehberimizin engin bilgisiyle anlatmağa başlıyor.
“Macaristan bitti. Slovakya’dayız. Ülke nüfusu beş buçuk milyon kadar. Az sonra Bratislava’da olacağız. Tuna kıyısındaki Bratislava başkent ve iki başkente Budapeşte ve Viyana’ya komşu. Nüfusu yarım milyona yakın. Ekonomik ve siyasi merkez. Üniversiteleri ile eğitimin, müze ve konser-tiyatro salonlarıyla kültür-sanatın da merkezi. Slovakya’yı ufoya benzetirler. Duvori Köprüsü’nden geçeceğiz. Yaklaşık bir saat buradayız ve Old Town’ı yani eski şehri gezeceğiz. Sürprizler çıkacak karşımıza.
Avusturyalılar, Çekler, Almanlar, Macarlar, Yahudiler ve elbette Slovakların izleri var burada. Bütün Avrupa kentleri gibi kozmopolitik.
20. yüzyıla kadar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu uhdesinde olan Slovakya; I.Dünya savaşında imparatorluk yıkılınca, Bohemya, Moravya, Silezya ve Karpat Rutenya ile birleşip, 1918’lerde. Çekoslavakya adını aldı. Yaklaşık 70 yıl sonra, Sovyet dönemi defterini 1989-Kadife Devrim’iyle kapatıp, demokrasi defterini açtı. 1993′de ise; Çek Cumhuriyeti ve Slovakya diye ikiye bölündü. 2004′de NATO ve Avrupa Birliği üyesi oldu.
Bratislava’nın gecesi çok güzeldir. Işıklar içindeki kenti maalesef göremeyeceğiz. Burası Prag kadar canlı değildir hafta içi. Hafta sonları hareketlenir şehir. Noel’ de çok keyifli olur burası. Soğuğu yamandır ama bize güzellik yaptı güneşini gösteriyor.” diye sözlerini sürdüren rehberimizi, şoförümüz otobüsü durdurarak susturdu.
Ben çocukken oturduğumuz bir evi annem küçüklüğü ve kullanışlılığı nedeniyle “lokum kutusu gibi ev” diye tanımlardı. Eğer yaşasaydı ve görseydi Bratislava için “lokum kutusu gibi kent” derdi herhalde.
Arnavut taşlı sokaklardan geçip, kent meydanına doğru giderken gördük Slovak Ulusal-Folklor-El Sanatları Müzelerini. Önünden geçtik ya da uzaktan gördük Pallfy, Grassalkovich, Keglevich Saraylarını. Ulusal Tiyatro ve Ulusal Galeri binaları çok etkileyiciydi.
Sokak çalgıcılarının yaptığı müziğe danslarımızla eşlik ederek yürümeyi sürdürürken, karşımıza çıkan ve açıldığında yüzlerce insanın hamburger almak için sıraya girmesi nedeniyle haber konusu olan Mc Donald’s restoranının önünde fotoğraf çekmeyi ihmal etmedik.
Bratislava heykel dolu. Adlarını telaffuz etmem bile zor. Ancak Çumil ve Natsi ile tanıştığım için mutluyum. Çumil bir işçi. Komik ve muzur bir adammış. Ölünce vefakar Slovaklar onun rögar kapağından çıkarmış meraklı gözlerle çevreyi gözleyen kafa heykelini yapmışlar. Profesyonel fotoğrafçı olan yol arkadaşımız Gül Hanım tüm heybetiyle yere atıp Çumil’i çekerken, bizlerde onu çekiyorduk; haberi yok.
Çumil’le vedalaşıp yola koyulmuştuk ki; bu kez karşımıza Natsi çıktı. Natsi zarif adam. Fört şapkasıyla ve gülen gözleriyle selamladı bizi. Her kentin bir delisi yok yok hayır sevgili kişisi vardır ya. Halk çok sevdiği zihinsel engelli Natsi tarafından selamlanmayı çok sevdiğinden, unutulmasın diye heykelini dikmiş. Rehberimiz “şapkanın altında duranların dileği gerçekleşirmiş” deyince giriverdim şapkasının altına.
Old Town’a St.Michel Kulesinin kapısından geçerek girdiğimizi yazmayı unutmuşum. Orayı geçer geçmez zeminde bir daire gördük; pirinçten yapılma. “Sıfır noktası ” derlermiş oraya. Bir not daha… Saraya giden yollara da pirinçten yapılma taç çakmışlar, minyatür. Kral yolu olduğu anlaşılsın diye.
Rehberimiz “Napolyon’un St. Martin Katedrali’nin bilgisi haricinde bombaladığı için ordusuna kızmış. O yüzden banka dayanmış duran Napolyon heykelinin Fransız Konsolosluğu önünde olmasına rağmen, sırtı dönük yerleştirildiği söyleniyor” dedi.
Yahudi soykırım anıtını da gördük; Mozart’ın 6, Liszt’in 9 yaşında ilk konserlerini verdiği saray binalarını da. Özgürlük Meydanı’nda eylem yapan bir grup Slovakyalının “Libya’ya yapılan bombardımanı protesto” için toplandığını düşündük.
Şık bar ve cafelerin yer aldığı sokakları adımlarken girdiğimiz bir markette bize yardımcı olmak için çabalayan güler yüzlü insanlar tanıdık. Önünden geçtiğimiz mekanlardan yükselen hafif müzik iyi geliyor bana.
Burada yaşayan insanların huzuru bize de yansıdı. Zaman darlığına rağmen kahve içmek için oturduğumuz kafede önümüzden geçen sakin, kararlı adımlarla şık ama sade giysileriyle önümüzden geçen insanları gözledik. O soğuk havada askılı tişörtleriyle, çorapsız bacaklarıyla neşe içinde şarkı söyleyen öğrencilerin keyfi de bize yansıdı. “Yanınızdan geçen bir Slovak kızını daha fazla görmek için arkanızı dönmeyin. Çünkü o arada yanınızdan geçecek ondan çok daha güzel on kız daha geçer” diyen rehberimizin sözünü dinledik. Gerçekten öyle güzel ve hoşlar ki… Anneleriyle gezen bebekler gördük. Öpüp okşayamadıysak da; onlardan gelen elma ve akağaç yaprağı kokularını belleğimize hapsettik.
Ve elinde tasmayla her cinsten köpek gezdiren her yaştan onlarca insan görsek de, sokakta köpek pisliğine rastlamadık hiç. Köpek yetiştiriciliği konusunda iddialıymış burada yaşayan insanlar.
Bratislava kalesi yıkıldıkça yeniden yapılmış. Kışla olmuş, saray olmuş, papaz okulu olmuş şimdi kamu binası. Devin Kalesi’ni göremedik. Kale; iki nehrin birleştiği bir uçurum kenarındaki imiş. Bölge Osmanlı’ya direnirken tüm güçlerini burada toplamış. Hatta Macaristan’ı Osmanlı’nın elinden alan Habsburg Hanedanı kuvvetleri bu kalede konuşlanmış.
Slovenya birasını da, yerel yemeklerini de tadamadık. Sivil binaların dışarıdan da bir kısmı görülebilen avlularının içine giremedik. Hem zaman hem de programda olmadığı için burada da müze gezemedik. Sadece bir-iki kitapçıyı şöyle bir gezindim.
Bratislava'yı görmek iyi geldi bana. Oranın Tuna'yla karışık kokusu sindi üzerime. Sakinliği, huzuru sarmalayıverdi beni, o kısacık sürede. Hayat bataryamı bir miktar daha şarj etmeme katkı verdi.
Gördüğüm güzelliklerin tümünü bu yazıya sığdırmak zor. Oraların ünlü kristal, cam ya da dokuma ürünlerinden edinemedim ama sizlere Çekoslavakya topraklarında doğmuş bir ozanın, şiirini "http://www.siir.gen.tr/siir/j/jaroslav_seifert/kucuk_kizlarin_turkusu.htm
hediye almayı ihmal etmedim. Kabul buyurunuz efenim... (ŞD/EÖ)
KÜÇÜK KIZLARIN TÜRKÜSÜ
Daha güzel ne var dünyada
küçük kızlardan başka
doğar doğmaz elma kokarlar
ballı süt karışımıyla.
Küçücüktür hepsi birer gonca
tenleri yaldızlanır
üç yaşlarında
belli belirsiz bir gölge
çizer saflıklarını.
Tertemiz gülerler
ve vücutlarından geçen dalga
durur kalır doruklarda
sonsuza kadar.
O zaman kızarır yüzleri
Ama bebekleri oynar onlarla
çocuk düşlerinde
ve gözlerinden öpmeye zorlarlar.
Artık ezilmiş akağaç yaprakları
kokar tenleri burcu burcu
ve biraz çevirseler başlarını
yürekleri küt küt atar.
Jaroslav SEIFERT'in (Çeviren: Özdemir İNCE) "http://www.siir.gen.tr/siir/j/jaroslav_seifert/kucuk_kizlarin_turkusu.htm
* Şadiye Dönümcü. 50(+) yaştaki gezgin.
** Başlık Jaroslav SEIFERT'ten esinlenme.
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.