Ben, Connery... Sean Connery...!
Sinema tarihinin kuşkusuz en ünlü ajanı James Bond’u milyonlarca seyirciyle tanıştıran, adeta bir ‘ekol’ yaratan bu seriden sonra birçok başyapıt düzeyinde filmlerde önemli karakterlere hayat veren, yaş aldıkça sanki ‘yıllanan bir şarap’ gibi cazibesinden hiçbir şey kaybetmeyen, beyazperdenin en karizmatik, en yakışıklı ve aynı zamanda en büyük yeteneklerinden biri olan Sean Connery, 90 yaşında aramızdan ayrıldı. Ardında birçok unutulmaz ‘beyazperde figürü’, kendisiyle özdeşleşmiş roller ve hiç taviz vermediği bir ‘İskoçyalı’ duruşu bırakarak…
Birçok defa performanslarıyla kendine hayran bıraktırsa da, tanınmamış bir oyuncuyken bir anda kendisini dünya medyasının odak noktası halinde bulan Sean Connery’nin, basınla hiçbir zaman yıldızı barışmadı. Ünlendikten sonra yer aldığı projelerde birçok defa çok ‘katı’ koşullar öne sürdü hatta bir film şirketini (United Artists) ‘batırmayı’ bile başardı!
BEN BOND, JAMES BOND
İskoçya’nın Edimbourg kentinden olan Sean Connery, değişik geçici işlerden sonra 23 yaşında oyunculuk kariyerine başladı ve ilk olarak “South Pacific” adındaki bir müzikal komedide bir figüran olarak, ardından “Hell Drivers” (1957) ve “Action of the Tiger” gibi filmlerde ufak rollerle kariyerine başlangıç yaptı. Connery, bahsettiğimiz son filmin yönetmeni Terence Young’la üç James Bond filminde tekrar karşılaşacaktı.
Ardından Sean Connery’nin önüne, her oyuncunun hayatında bir kez çıkacak bir fırsat çıktı: İan Fleming’in yaratıcısı olduğu ünlü IM6 ajanı James Bond’u canlandırma şansı… O dönem bu rol için düşünülen Cary Grant ve David Niven gibi çok daha ünlü, hatta yıldız oyuncular vardı ancak filmin yapımcıları Saltzman ve Broccoli’nin yıldız bir oyuncuya astronomik bir ücret vermek istememesi Sean Connery’nin şansını arttırdı ve sonuç olarak rolü aldı. Sean Connery o zamanlar adeta bir ‘kapalı kutu’dur ve İan Fleming’in bile doğru tercih yaptıkları konusunda kuşkuları vardır.
Ancak Sean Connery, James Bond’u muazzam bir şekilde oynar ve bir anda dünyaca ünlü bir oyuncu haline gelir. ‘Dr. No’yla başlayan seri, 1962-1983 yılları arasında 6 filmle devam edecekti. Hatta kazanılan büyük başarıdan sonra Fleming, Bond karakterine Sean Connery’ye has özellikler katacaktı.
JAMES BOND, JAMES BOND’A KARŞI
Aslında Sean Connery beşinci James Bond filmi “You Only Live Twice / İnsan İki Kere Yaşar”dan (1967) sonra artık bu rolden sıkılmıştır. Yapımcılar yeni Bond olarak George Lazenby’yi seçerler ve onunla yola devam etmeye karar verirler. Ancak Lazenby, Bond rolünde “On Her Majesty’s Secret Service/ Kraliçenin Hizmetinde”) hiç ‘yeterli’ ve inandırıcı bulunmaz. Seyirciler asıl Bond’u, ilk Bond’u isterler ve Connery, “Diamonds Are Forever”la (1971) tekrar göreve çağrılır.
Bu altıncı filmden sonra Connery, bir daha ‘asla’ bu rolü tekrar oynamayacağını açıklamıştı. Artık bu rolü tamamen geride bırakıp kariyerine başka filmlerle devam etmek istemekteydi. Ne var ki aradan epey bir zaman geçtikten sonra ona son bir defa daha Bond rolünü oynaması için teklif getirildi. Elli yaşını devirmiş olan Connery, hem çok yüksek bir ücret karşılığında (zamanında bir milyon dolar teklif edildiği iddia ediliyor) hem de belki hala bu rolü oynayabileceğini göstermek için “Never Say Bever Again/ Asla Asla Deme”(1983) filminde tekrar Bond rolünü kabul etti. Film, ne yazık ki, Sean Connery’nin bütün çabalarına rağmen serinin zayıf halkalarından biri olarak kalacaktı.
Ancak bizce asıl ilginç olan nokta, bu film sırasında bir başka Bond filminin çekilmesiydi. O zamanki ‘resmi’ Bond, Connery’nin halefi Roger Moore, “Octopussy /Ahtapot” filminde ünlü ‘İngiliz ajanı’ canlandırırken, Warner şirketi eski Bond’la başka bir film sunuyordu. Sinema tarihinde ilk ve muhtemelen son kez iki Bond rakip oluyordu.
‘BİLGE ADAM’ DÖNEMİ
Artık bu defteri tamamen kapatmış olan Connery, kariyerine yeni roller ile devam etti. Sonrasında Alfred Hitchcock, Steven Spielberg, Brian De Palma, John Huston, Sidney Lumet gibi büyük yönetmenlerle çalıştı.
Her ne kadar Michael Caine ile başrolü paylaştığı “Murder On The Orient Express” başarılı bulunsa da, her büyük oyuncunun başına gelebileceği gibi kariyerinde bir ‘düşüş’ yaşadı ve çektiği birçok film (“Shalako”, “Zardoz”…) birer fiyasko ile sonuçlandı.
Sonrasında Connery, kariyerinde bir ‘durulma’ dönemi yaşıyacaktı. 1983-85 yılları arasında film çekmedi. Ancak 1986 yılında Fransız yönetmen Jean-Jacques Annaud’nun, ünlü Umberto Eco uyarlaması “The Name Of The Rose/Gülün Adı” onun için kariyerinde ikinci bir ‘nefes’ ve yeni bir dönemin başlangıcını oluşturuyordu. O dönem 54 yaşında olan Connery, sonrasında sık sık tekrarlayacağı ancak her seferinde ‘nüanslar’ katacağı bilge, ağırbaşlı ve ‘yaşam yorgunu’ amiyane bir tabirle ‘feleğin çemberinden geçmiş’ karakterler çizmeye başlayacaktı. 1987 yılında Brian De Palma’nın ‘epik’ filmi “The Untouchables”da çizdiği ‘Malone’ karakteri bu ‘gidişatın’ parlak bir devamıydı ve bu performansı ona bir Oscar ödülü kazandırdı. Bu role kadar arada ünlü bilim kurgu filmi “İskoçyalı”da (1986) önemli bir yan rolü canlandırdı (ki bu, politik duruşunu göz önüne aldığımızda daha iyi denk gelemezdi herhalde!).
Ardından parlak filmler ve roller devam etti. Bu filmlerin bazıları ciddi gişe başarısı getiren iddialı ‘Blockbuster’lar, bazıları ise aktöre daha derin karakterler çizme şansı veren yapımlardı. İlk grupta “İndiana Jones and The Last Crusade” (1989), “Red October” (1990) veya “The Rock”(1996) gibi filmleri, ikinci grupta ise “The Russia House”(1990), “Medicine man”(1992), “Playing By Heart” (1998) veya “Finding Forrester” (2000) gibi yapımları sayabiliriz.
Bütün bunların yanında tarihi dönem filmlerine olan ilgisini de “Robin Hood: Prince of Thieves”(1991) filminde şöyle bir görünerek, “First Knight”ta (1995)ise ‘mağrur’ bir ‘Kral Arthur’ portresi çizerek gösterdi.
KALICI OLAN CAZİBE
Sean Connery kuşkusuz kariyerinin başında James Bond’ların, en yakışıklı ve en karizmatik olanını canlandırmıştı. Sonrasında bu rolden sıyrılmak için büyük çaba sarf etse de, ardından geçen onca zamana karşın ‘yaşına göre’ yakışıklığı devam ediyordu. Kuşkusuz ‘en iyi yaşlanan’ oyunculardan biriydi. Bu sayede romantik filmlerde bile hiçbir zaman sırıtmadı, yaşından beklenmeyen atletik rollerin altından kalkmayı başardı.
Hatta 69 yaşındayken bile neredeyse yarı yaşında olan Catherine Zeta-Jones’la olan (“Entrapment”/1999) romantik sahneleri ‘garip’ hatta ‘komik’ olabilecekken, bu sayede inandırıcı oldu.
Sean Connery, 72 yaşında, “The League of Extraordinary Gentlemen” (2003) adında bir macera filmiyle sinemayı bıraktı ve emekli oldu. Ne yazık ki bu ‘veda’ filmi bizce Connery’ye ve kariyerine yakışmayacak derecede başarısızdı. Oyuncu ondan sonra bir ‘seslendirme’ dışında hiçbir projede yer almadı. Artık ilerlemiş yaşı ve ‘iddialara göre’ başlayan ‘Alzheimer’ dönemi buna izin vermiyordu. Muhtemelen geri kalan yıllarını karısı ve her zaman tutkunu olduğu ‘golf’ sporuyla geçirdi.
Son olarak kendisini belki bütün bir genç jenerasyona (daha iyi) tanıtabilecek “Lord of the Rings” üçlemesindeki ‘Gandalf’ rolünü de geri çevirdiğini ekleyelim.
İSKOÇYA KÖKENLERİ
Sean Connery’nin en önem verdiği ve gurur duyduğu konulardan biri de İskoçya kökenleriydi. Rollerinde hangi milletten birini oynarsa oynasın her zaman ‘İskoç’ aksanını korudu hatta isminin İskoç tarzı ‘Shaun’ olarak da söylenmesini istedi. 90’lı yıllarda İskoçya’nın bağımsızlığı için Milliyetçi İskoç Partisi’ne destek verdi. Bütün uluslararası organizasyonlarda, İskoçların ‘kilt’ adındaki geleneksel eteğini taşıdı. 70’lerden beri genç İskoçların eğitimini üstlenen bir organizasyona yardımda bulundu.
2000 yılında ise Kraliçe Elizabeth, birçok tepkiye rağmen aktörü onurlandırdı ve ona ‘Sir’ unvanı verdi. Dolayısıyla bizce Sean Connery sadece beyazperdede değil gerçek hayatta da bir ‘şövalye’ olarak aramızdan ayrıldı.
Not: Bu Yazı gazeteduvar.com.tr Sitesinde Yayınlanmaktadır.