Bahtı Şen Olasıca
Türkan Şoray’ın oynadığı bir film vardı “Buğulu Gözler” diye. Seyrettiniz mi? O filmin şarkısıdır, “Gülmeyi bilmedi hiç / Buğulu gözler…” Yıllarca o şarkıyı içimden söylediğimi kimse bilmedi. O şarkı benim hayatımın şarkısı oldu.
“Emek harcamadan anneanne oldum! Şimdi de adını koyma mutluluğu yaşatıyorsunuz! Sağ olun evlatlarım! Adını her ünlediğimizde bahtı açılsın, şenlensin inşallah!” diyen Ayten Hanım genç anne-babanın meraklı ve heyecanlı bakışları eşliğinde kucağındaki bebeği hafifçe yukarı kaldırarak sağ kulağına yönelip, ezan okudu. Ardından sol kulağına yönelip, biraz yükselttiği sesiyle üç kez “Bahtışen, Bahtışen, Bahtışen!” dedi. Bebeği koklayıp “adıyla yaşasın” derken babasına uzattı.
Ayten Hanım’ın boynundaki kolyesinin kancasını açmağa çalıştığını gören Elvan yardım etmek için yerinden kalktı. Kancasını açtığı kolyeyi düşmek üzereyken yakalayıp, sahibine verdi.
Elvan, her daim boynunda takılı olan siyah bir kordona geçirilmiş beşibiryerde kolyesiyle bütünleştirdiği Ayten Hanım’ın kolyesini çıkartmasına anlam verememişti.
Bebeği yatağına bırakmaya giden Erdil döndüğünde Ayten Hanım “Uzun zamandır bu ‘bahtı şen olasıca kolye’mi kime vermeliyim?’ diye düşünüyordum. Dün gece torunuma vermeye karar verdim.” diyerek avucundaki kolyeyi Elvan’a uzattı. Genç çiftin şaşırdığını gören Ayten Hanım “Yıllarca benim güç kaynağım olan bu kolyeye artık ihtiyacım kalmadı sayılır. Benden sonraki sahibine şimdiden vermek istedim. İki yıldır, ben sizinle evimi paylaşırken, siz de benim yalnızlığımı paylaştınız” diye sözlerini sürdürmekte iken yavaşça uzanıp, yaşlı kadının tombul kahverengi lekeli ellerini avuçlarının arasına alan Erdil “Ayten Teyze; ‘bahtı şen olasıca kolye”nizin öyküsünü anlatır mısınız?” dedi. Anlık şaşkınlığını çabucak geçiştiren Ayten Hanım “Uzun sürer” deyince, Elvan’ın söylediği “Yeter ki, Bahtışen izin versin!” sözleri tümünü gülümsetti.
“Nerden başlasam! Ailemin dördüncü çocuğuyum. Hepimiz kızız. O zamanlar da geçim zordu. Babam, inşaat ustasıydı. Annem ev kadını. Babacığım kışın bir top pazen, yazın da basma alır, anacığım da bu kumaşlardan giysilerimizi dikerdi. Kasabalı bize ‘macır (muhacir) güzeli kızlar’ derdi. Henüz on altısında, on yedisinde talipleri çıkan ablamları ‘evden bir boğaz eksilsin’ hesabına bizimkiler evlendiriverdiler”.
Önündeki bardaktan büyük bir yudum alan Ayten Hanım kaldığı yerden devam etti: “Ben, okuyup, Zehra öğretmenim gibi topuz saçlı, inci küpeli, naylon çoraplı, topuklu ayakkabılı, evrak çantalı bir öğretmen olmak istiyordum. Onun gibi evlenmeyecek, kısmetim çıktığında ‘Ben öğrencilerimle evliyim.’ diyecektim. Dönümcü Necati Efendi’nin evinde altlı-üstlü oturduğumuz öğretmenimle birlikte okula gider, geceleri ders çalışırdık. Ana-kız gibiydik.
Beşinci sınıftayken ısrarla babama “Ayten, Öğretmen Okulu sınavına girerse, kazanır. Öğretmen olur! Eli ekmek tutar.” dediyse de, ikna edemedi. Hatta babamı kaymakamlığa şikayet etmekle bile tehdit etti. Kasabadaki ortaokula da gönderilmedim. Okuyamamak içimde ukde kaldı! Ortaokula giden komşumuzun kızı Şefiye’nin podiyesini giyip, şapkasını takar, boy aynasında kendimi seyrederdim” derken ağlamağa başlayan Ayten Hanım bir yandan da sehpadaki peçeteyle gözlüklerinin camını silmeye çalışıyordu. “Elvan kızım; sabahları ayakkabılarının topuk sesini duyduğumda okula gidişini görebilmek için pencereye fırlıyorum. Bilgisayar çantanla, döpiyesinle, şekilli saçlarınla sana gıpta ettiğimi bilemezin?
Sesinin titremesine aldırmıyordu. “Annem on bir yaşındaki bir çocuğun omuzlarına yükledi evin tüm işini. Çamaşır çitilemekten ellerim yara olurdu. Yufka açarken, reçel kaynatırken, yorgan kaplarken, tarhana ovalarken beni gören öğretmenim çok üzülürdü. Şimdiki kızlar, okusun, okumasın hiç bir iş yapmıyor. İlk görücüm geldiğinde, on üçümü sürüyordum. ‘Ben evlenmek istemiyorum.’ diye yatağımda sabaha kadar ağladığımı öğrenen annem ‘Seni veren mi var da, ağlıyorsun?’ deyince rahatlamıştım.
Bir gün tanımadığımız bir adam eve gelip, ‘Halil usta inşattan düştü. Durumu iyi değil’ deyince, ev sahibimiz Necati Efendi Amca’yla inşaata koştuk. Hayatımda gördüğüm ilk ölüydü, babam. Artık hayat annem ve benim için daha da zorlaşmıştı. Ortanca eniştem bize destek olsa da, nereye kadar? Hastalanan yeğenimi yoklamağa gittiğim bir gün dönüşte, evimizdeki tanımadığım insanlar vardı. Görücü olduğu anlaşılan kadınların sorularına da, ‘Kızım, bir kahve yapsan!’ diyen anneme de çok bozuldum. Kadınlara çok iyi davranan annemin yalnız kaldığımızdaki düşünceli hali, iyiye işaret delalet değildi.
‘Gel hele!’ diye seslendiğinde ikiletmeyip hemen karşısına oturdum. ‘Bak kızım; enişten kollamasa açlıktan nefesimiz kokacak! Bugünkü kadınlar yukarı mahalleden, Kömürcü Yılmaz Efendi’nin kardeşleri. Sen tanımazsın. Yılmaz Efendi’nin karısı, Feyzan Kadın, evlendikten dört yıl sonra şehre yeni gelen doktor sayesinde gebe kaldı. Un çuvalını dem boşalmış. Sonra bebesini düşürdü. Ama çok kan kaybettiğinden, gencecik kadın ölüverdi.’ diye nefes almaksızın anlatılan hikayenin sonunu anlamıştım”.
Büyük bir yudum su içen Ayten Hanım, bıraktığı yerden devam etti. “Yılmaz Efendi evlenmek için kız arıyormuş. Geçenlerde Düğmeci Arif’in dükkanından çıkarken seni görmüş, beğenmiş. Yaşının küçük olduğu söylenince, ‘Benim yanımda büyüsün!’ demiş. Görücülere ‘Ayten, daha yeni aybaşı oldu. Oncağız çocuk kadınlık yapamaz.’ demediğimi sanma’ diyen annemi ağlama sesimle susturup; ‘Beni otuz yaşındaki o adama vermeyeceksin değil mi?’ diye sordum. Annemin ‘Yaşı büyük ama temiz insan, hali vakti yerinde. Git kendini, kurtar bu yoksulluktan!’ sözlerini ise duymazlıktan geldim.
Öğretmenim ve ben hariç herkes, bu evliliğin annem ve benim için kurtuluş olacağını düşünüyordu. Bir sabah annem saçlarımı örerken ‘Saçlarını başkasının elleyeceğini düşünmek bile üzüyor beni!’ diye ağlamağa başlayınca, birbirimize sarıldığımız an, Yılmaz Efendi’yle evlendirileceğimi anladım. Yapılacak bir şey yoktu.
Üzüntüsünden gözlerimin içine bakamasa da bana hep ‘hayırlısı olsun’ diyen öğretmenimin, anneme; ‘beni evlendirmekten vazgeçmesini, beni okutabileceğini, hatta evlatlık alabileceğini’ söylediğini sonradan öğrendim. İki hafta içinde düğün- dernek kuruldu. Evlenen sanki ben değil, başkasıydı. Yılmaz Efendi’nin eli boldu. ‘Her şeyin en iyisi alınsın, yapılsın.’ talimatı vermiş. Belediye’de nikahı kıyan memurun ‘Gelin Hanım; yüzün gülsün biraz’ demesine, benim efendi çok bozuldu. Düğün günü ablamlar anlattı gerdeğin anlamını. O gerdek sonra başıma ne işler açtı…
Düğünden aklımda kalan sadece öğretmenimin söyledikleri. Bizim yörede adettir, gelinler siyah bir kordona geçirilen beşibiryerde altınını kolye gibi takarlar. Öğretmenim bana düğün hediyesi olarak beşibiryerde takarken ‘Bu altını doğduğumda nenem kızımın bahtı şen olasıca diyerek kundağıma takmış: Yıllardır sakladığım bu bahtı şen olasıca dediğim ecdat yadigarı altın, çocuğum bildiğim senin bahtını şen etsin evladım’ dedi.
İşte artık Bahtışen’in olan o altını, kırk yedi yıl boynumda taşıdım. Eskidikçe, kordonunu değiştirdim sadece” derken eli boynuna gitti. Elvan ile Erdil’in kendine baktığını görünce kolyesinin boynunda olmadığını anımsadı.
“Neyse… Düğün bittikten sonra hoca nikahı kıyıldı. Sonra gerdek odamıza gittik. İşte burada kabus başlıyor. Çok canım yandı o gün. Bağırmamak için yastık ısırıyordum. Yılmaz Efendi hiç bitmemecesine canımı acıttı. Yüreğimi kanattığından habersiz olabilirdi ama, aşağıdan gelen kandan haberdardı. Yine de benimle uğraşmayı sürdürdü. Kanama ertesi gün de durmayınca şehre, doktora gittik. Kanamanın nedeni, aşırı zorlama ve yaşımın küçük olmasıymış. İğne yapıp, hap veren doktor Yılmaz Efendi’yi kenara çekip bir şeyler söyledi. Çok kan kaybettiğimden, düzelmem zaman aldı. Şefkatli ve kollayıcı bir baba gibi iyileşmemi bekledi. Yanıma sokulmasa da, hava karardığında içimi korku sarardı. Bir gece sabredemeyip, üzerime geldi. Titriyor olmama, bağırmamak için yastığı ısırmama, çarşafta göllenen kana aldırış etmedi. Epeyce sonra kalkıp bir sigara içti, sonra da sandıktan çıkardığı çarşafı altıma serdi. Bu kez o da korkmuş gibiydi. Gözümün içine bakamıyordu. O gece çok uğraştım: ağlayamadım.
Kanama kesilmeyince, yine aynı doktora gittik. Doktor ‘Ben sana ne demiştim efendi?’ diye bağırınca, benimki kafasını önüne eğdi. Ne dediğini bilmiyordum ama denilenin benim iyiliğime olduğu kesindi. Her kalkışma, kanamayla sonuçlanıyordu. Hep böyle gidemezdi. Aslında başka bir adam olaydı, beni kapıya koyardı. Oysa o hep ‘çocukla evlenirsen olacağı bu!’ diyerek kendini suçladı.
Sonunda Yılmaz Efendi bana dokunmaktan vazgeçti. Dert ortağım, kendime anlatamadıklarımı bile bilen öğretmenimden başka kimse bilmiyordu yatak işimizin olmadığını. Annem iki yıldır döl tutmuyorum diye hayıflanıyordu. Beni farklı doktorlara götürmesine ne Yılmaz Efendi, ne ben ses çıkarmadık. Doktorların ‘On sekiz yaşından önce evlenenlerde gebelik olmaması tabii. Endişelenmeyin. On sekizinden sonra gebe kalmazsa gelin!’ demesi, kasabanın ebesinin de ‘Kadın kısmı ilk adetten beş – altı yıl sonra çocuğa kalır’ demesi annemi o aralar rahatlattı. Karı-koca olmadığımızı bilmeyen annemin, hamile kalabilmem için beni hacı-hocalara götürmesine itiraz etmedim hiç. Uzun bir aradan sonra bir gün üzerime gelince, yine kanama başladı. Bu kez, İzmir’e gittik. Meğer rahimde ur varmış. On dokuzumda rahimim alındı.”
Derin bir nefes alan Ayten Hanım “Çocuklar, iç karartan hikayemden sıkılmadınız mı?” sorusuna “hayır” yanıtı alınca anlatımını sürdürdü. “Kanamanın kaynağı kurutulsa da, benim korkum geçmedi. Yatağıma her gelişinde, bütün vücudum kaskatı kesildiğinden, karı-koca olamıyorduk. Hakkını yememeliyim, Yılmaz Efendi bu nedenle beni hiç üzmedi, kalbimi kırmadı. Kocalık yapmasına meydan vermediğim için, bana babalık yaptı. Her ihtiyacımı karşıladı, beni gezmelere götürdü. Anneme küçük bir ev verdi, geçimini sağladı. Ben de onun aşağı mahalleden kendine dost tutmasına ses etmedim. Bu konuda birbirimizle hiç yüz göz olmadık. Ben ona hak verdim, o da bana. Beni üzmemeye itina etti. Ben de ona saygıda kusur etmedim.
Öteki kadından da çocuğu olmadı. Yoksa yapmadı mı? Bilmiyorum. Annem, dost meselesini bilmezlikten geliyor, belli etmese de nikahım gidecek diye korkuyordu. Evlilik değildi bizim ki… Evciliğe benziyordu. Yılmaz Efendi’yi sevdim mi? Bilmem? Sevmişimdir herhalde. Yüreği serin değil, sıcak bir adamdı. Başka bir erkek, beni kapıya koyardı. O baş tacı etti”.
Ellerini boynuna götüren Ayten Hanım kolyesini yerinde bulamayınca gülümsedi ve “Bunu bile çok gördü mevlam!” diyerek konuya girdi. “Tevziata çıkacak şoförlere irsaliye kağıtlarını vermek için kamyonların yanına giden Yılmaz Efendi’yi, kamyonunu geri geri yapan şoförün biri görmeyince arka tekerinin altına alıvermiş. O dakika gitmiş bizimki”.
On dördünde-on beşinde çocukken evlendim. Ne genç oldum, ne yetişkin. Kadın bile olamadım. Avratlık yapamadım. Anne olamadım, bebe emziremedim. Otuz yaşında dul kadın olup, yaşlandım.” diyen Ayten Hanım, gözyaşlarını tutmaktan vazgeçip, ağlamaya başladığında Erdil ile Elvan’ın da el ele tutuşup ağladığını fark etti.
Önce toparlanan Ayten Hanım oldu. “Türkan Şoray’ın oynadığı bir film vardı Buğulu Gözler diye. Seyrettiniz mi? O filmin şarkısıdır, ‘Gülmeyi bilmedi hiç / Buğulu gözler…’ Yıllarca o şarkıyı içimden söylediğimi kimse bilmedi. O şarkı benim hayatımın şarkısı oldu” diye anlatırken Erdil’in koltuğundan kalktığını fark etmeyip, anlatımını sürdürdü:
“Yaşasaydı şimdi yetmiş sekizinde olacaktı, toprağı bol olasıca. Varlığında olduğu gibi, ardından da yokluk çektirmedi bana. Kardeşlerim, iki taraflı yeğenlerim beni hiç yalnız bırakmadılar. Sonra hayatıma siz girdiniz, kızım-oğlum oldunuz. Beni anneanne yaptınız. Bahtı şen olasıca altınımı kime bırakacağım derdinden kurtardınız beni” derken, odayı Belkıs Özener’in sesi doldurdu.
“Bulutlu gecelerden / sonra da güneş parlar / bir benim karanlıkta / bir benim böyle ağlar”
Şarkının nakaratı başladığında Erdil ile Elvan dans ediyor, Bahtışen odasından ağlayarak anneannesinin şarkısına eşlik ediyordu:
“Çocuklar çiçek sever. / Kadınlar çocuk ister / Gülmeyi bilmedi hiç / Buğulu gözler” (ŞD/EÜ)
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.