İhtiyarlara yer yok!
Bugünlerde Amerikalı yönetmenler “Coen Kardeşler”in filmlerinden birinin adı olan “İhtiyarlara Yer Yok!” sık sık aklıma düşüyor. Evet, ihtiyarlara yer yok! Yıllar önce bir haber okumuştum, Danimarka’da bütçe fazla vermiş ve mecliste milletvekilleri tartışıyor: Bu para yaşlıların rehabilitasyonuna mı yoksa gençlerin geleceği için mi harcanmalı? Sonuç gençlikten yana çıkmıştı. Bir başka haber de 8 yıl önceydi, Fransa’da sıcaklık olağanüstü artmıştı ve huzurevlerinde klima bulunmadığı için 11 bin yaşlı ölmüştü. Yaşlılara kimse sahip çıkmadığı için belediye onları gömmüş, ardından bir yasa çıkarılmış ve huzurevine bırakılanların ailelerinden en az bir kişinin her ay huzurevine gelip imza vermesi zorunlu kılınmıştı. Sözü nereye getirmek istiyorum, net olalım, kapitalizmin hâkim olduğu dünyada devletler yaşlıları sevmez. Yaşlılar tıpkı işçi sınıfı gibi bir sınıftır. Özellikle tıp teknolojisinin ilerlediği günümüzde ölüm yaşı çok ileri yaşlara taşınmıştır. Yani devletler sayıları her gün artan yaşlı nüfusa huzurevleri ayarlamak, onlara tıbbi bakım yapmak, emekli maaşı vermek zorundadır. Örneğin Almanya’da çalışan bir emekçi en az iki emeklinin parasını ödemektedir. Bunun için epey bir protesto edilmişti.
Son korona hadisesinde insanların ve devletlerin “İhtiyarlara Yer Yok!” sloganını canı gönülden kabul ettiklerine tanık oluyoruz. İngiltere’de, İspanya’da, Amerika’da yüzlerce yaşlı insanın huzurevlerinin karanlığına terk edildiklerini, tek başlarına öldüklerini okuyoruz, görüyoruz. Bizde de yaşlı nüfusa diğer ülkelere göre az olmasına rağmen, aşağılayıcı yasaklarla kısaca şöyle seslenilmekte: “Ayak altından çekilin! Zaten ne işe yararsınız?”
Şimdi bunlardan neden söz ediyorum. Sizleri hep birlikte dispotik bir film senaryosu yazmaya davet ediyorum. Örneğin geçenlerde ben, yaşlılar için sokağa çıkma yasağının kalktığı günlerde sokağa çıkmışım, tenha bir yolda yürüyorum, tam önümde yaşlı bir adam elinde baston yürümeye çalışıyor. Düştü düşecek derken şiddetli bir biçimde kaldırımdan yuvarlanıyor ve öylece kalıyor. Hemen yanına koşuyorum, onu kaldırmaya çalışıyorum ama gücüm yetmiyor, yanımdan bir iki genç geçiyor, “yardım edin kaldıralım” diyorum, yüzüme tuhaf tuhaf bakıp yollarına devam ediyorlar. Neyse sonunda adamı kaldırıp yüksekçe bir yere oturtuyorum. Soruyorum: “Amca neden çıktın?” “Ekmek alacaktım” diyor. “Çoluk çocuk, kapıcı filan yok muydu?” diye üsteliyorum, “Kızım” diyor “Ben bir bodrum katında yalnız yaşıyorum. Cep telefonum arızalandı, iki gündür boğazımdan su dışında hiçbir şey geçmedi.” Yaşlı adamın ellerini okşayıp “Siz burada bekleyin ben alıp gelirim” diyorum, bunun üstüne yaşlı adam cebinden çıkardığı iki lirayı bana uzatıyor: “Tek param bu, emekli aylığıma haciz geldi.” İşte size dispotik bir kısa film hikâyesi. Ama asıl acı olan, içinde yaşadığımız dünya artık filmlerde izlediğimiz, romanlarda okuduğumuz dispotik bir dünya, biz içindeyiz.
Bir başka filme geçelim: Sibirya’da sıcaklık 28 dereceye ulaşmış. Buzullar beklendiğinden daha erkek eriyor. Çünkü kapitalist düzenin dünyanın dengesini bozduğunu hepimiz biliyoruz. Kasırgalar, hortumlar, şiddetli yağış dünyanın her yerinde. Radikal bir değişim olmazsa insanların burun kıvırdıkları iklim değişikliği her yeri vuracak. Üstelik buzullar eridiğinde donmuş halde bulunan bilmediğimiz, görmediğimiz pek çok virüs ortalığa yayılacak. Korona gibi salgınlar alıp başını gidecek. Bir bilgi, Dünya Sağlık Örgütü beş yıl önce tüm devletleri “Çok şiddetli salgınlar olacak, tedbirinizi alın” diye uyarmış. En zengin devletler bile “Aman ne olacak” diye boş vermişler. İşte olacak oldu! Arkası gelecek. Kurumuş topraklar, azalan su ve açlık. Filme gerek yok, Kara Afrika’da her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor. Yani distopyanın tam da içinde yaşıyoruz.
Bir huzurevinde de filmimizi çekebiliriz. Duvarlarının sıvaları dökülmüş odada, loş ışıkta üç yaşlı yataklarına uzanmışlar. Soluk almakta güçlük çekerken ölüme yaklaştıklarını hissederek bir şeyler söylemeye çalışıyorlar. Biri hayatının aşkını anlatıyor, öteki torununu öpmek istediğini söylüyor, sonra sürünerek yataklarından çıkıp son bir gayretle el ele tutuşuyor ve çok eski bir şarkıyı mırıldanmaya başlıyorlar. Ben de az değilim, bir pazar günü çiçek böcek anlatmak varken sizi nerelere sürüklüyorum. Ama gerçek bu.
Bütün bu dispotik dünya en radikal bir biçimde değişmeli, değiştirmeliyiz. Kapitalist sistem bize yaşadıklarımızı bir film, bir roman olarak sunmakta, bizi ev, araba, yazlık, kariyer diyerek kendi içine çekmekte, bu sunulanları reddetmekle başlamalıyız. Başlamalıyız, yoksa çok geç olacak!
Not: Bu Yazı cumhuriyet.com.tr Sitesinde Yayınlanmaktadır.