Bu Kitabı Okuyun; Öfkelenin Yeniden!
“Bir söyleşide Dursun ‘Övünmek gibi olmasın; karım iyi bir hapishanecidir!’ diye konuşmuştu. Evet, benim hapishaneciliğim kendisi ile başlamıştı. Sonra çocuklarım için sürdürdüm bu görevi. 1971, şimdi 1990, oğullarımın hepsi geçti bu yollardan. Son 8 yılda ise Cahit’in peşinde uzman oldum. Aralıksız 19 yılım hapishane ve mahkeme kapılarında geçti. Taner, Ankara Merkez Cezaevindeyken, görüşüne gittiğim bir gün halimi beğenmemişti. ‘Benim anamın başı her zaman dik olmalı. Ben burada onurumla yatıyorum, insan onuruna yakışanları yaptığımdan dolayı…” demişti. Ah, yavrularım, doğru söylüyordunuz, ama bir de onurun ceremesini bana ödettirmeseniz!” diye yazmış Perihan Akçam “Onca Çileden Sonra” adlı kitabında.
İlk baskısı 1994’de, ikinci baskısı Eylül-2011’de yayımlanan “Onca Çileden Sonra” adlı kitapta; oğullarından sadece biri için, Cahit için, Kasım’1980-Aralık’1988 tarihleri arasında çektiği “cereme”yi anlatmış bize.
12 Eylül’ün ilk günlerinde kocası Dursun Akçam ve Taner yurt dışında, Alper askerde, Yasemin Ankara’da ve loğusa, küçük oğlu Siyasallı Cahit’de gözaltında olan Perihan Akçam’ın. Kitabında; ağırlıklı olarak Cahit’in gözaltı, Mamak’taki tutukluluk, açlık grevi, ölüm orucu esnasında içeride yaşadıklarını, kendisinin de dışarıda yaşadıklarını anlatıyor bize. Anlattıkları aslında o dönemi, o koşulları yaşayan tüm “Cahit” ve “Cahide”lerin ve “Perihan Ana”ların yaşadıkları.
232 sayfalık kitap o günleri uzaktan, yakından yaşayan herkes için bellek güncelleme. Okumaya başladığınızda satırlar akıp giderken siz de başka sulara akıp gidiveriyorsunuz. Kitap bittiğinde siz de yazmak istiyorsunuz ucundan kıyısından yaşadıklarınızı ya da hemence yakın birine anlatmak.
Tarihe not düşen bir kitap
Yazar; Perihan (Akıncı) Akçam, 1933-Artvin doğumlu bir asker kızı. Cılavuz Köy Enstitüsü mezunu (emekli) bir öğretmen, eşi yazar, eski Türkiye Öğretmenler Sendikası(TÖS) ikinci başkanı, mücadele insanı Dursun Akçam.
Alper, Taner, Yasemin ve Cahit ile gelinlerinin ve damadının annesi. Torunlarının anneannesi, babaannesi. Torun çocuğunun da büyükannesi.
Ve Mamak annesi. Ve adını bildiği bilmediği, tanıdığı tanımadığı bir çok oğul ve kızın annesi ya da Perihan Teyzesi. Ve iyi insan. Ve iyi yurttaş.
Günlerce elinde taşıdığı çamaşır torbasıyla oradan oraya koşuşturup, defalarca atlatıldıktan sonra nihayetinde oğlunun Ankara Emniyet’de DAL’da tutulduğunu öğrendiğinde bunu el yazısıyla teyit etmeyi akıl ettiğini, oğlundan altı gün arayla aldığı ikinci pusuladaki el yazısındaki farkı algılayıp polisten “Ya o kadar yazabildiyse!” yanıtı aldığında yıkılmayıp ayakta kaldığını, Cahit’in kirli çamaşırlarını göğsüne bastırıp yüzüne sürdüğünü, rutubet ve sigara kokulu kazağında kan lekesi olup olmadığını kontrol ettiğini okuduğunuzda içiniz öfke doluyor.
Doğru dürüst çocuklar doğurmamış (!)
“Oğlun allahsız, ne din tanıyor ne iman” diyen polise verdiği yanıt beğenilmeyince “Ana böyle olunca oğul da öyle olur” ya da “A, kadın sen de doğru dürüst çocuklar doğurmamışsın ki” cümlelerine maruz kaldığını, evi her basıldığında hakarete uğradığını, “Senin oğlun bölücü bir örgütün lideri, komünist, 5-6 kişiyi öldürmüş. Şimdi içeride bülbül gibi ötüyor. Yakında ipte sallanır” dendiğinde kahrolduğunu, gazete bürolarından DAL’daki oğullar hakkında bilgi toplamaya çalıştığını, oğlunun ölümcül işkence sonrası hastaneye kaldırıldığını öğrendiğinde “Yoksa öldürüldü mü? Ben çocuğumu onlar dövsün, öldürsün diye mi büyüttüm” diye kendini sorguladığını okuduğunuzda içinizdeki öfke kabarıyor.
Sabun kolonya kokusu
Süreç içerisinde ummadığı yakınlarından destek görüp, umdukları tarafından yalnız bırakıldığını, o sıcak günlerde sokakta karşılaştığı tanıdıkları tarafından görmezlikten gelindiğini, torunlarını büyüten annesinin onların şimdiki halini görseydi kahrolacağını düşündüğünü, ağrıyan beli, siyatikli kolları, romatizmalı bacaklarıyla bıkmadan ama hep umutla oğlu için bir şeyler yapmaya çalıştığını, bir doktor anası olarak “Doktorların yemini vardı. Ama generallerin isteğine göre rapor yazan doktorlar da vardı” dediğini, aldığı ilk Mamak mektubunda “Gönderdiğin parayı ve elbiseleri aldığımda öyle mutlu oldum ki… Hele çamaşırlardaki sabun kokusu yok mu? Aynı hücrede kaldığım arkadaşlar uzun uzun çamaşırları koklayarak, ciğerlerini temizlediler” satırlarını okuduğunda acıyla gülümsediğini okuduğunuzda öfkeniz yine kabarıyor.
Yumruklarını ve dişlerini sıkarak
Televizyon haberlerinde iki oğlu için “vatan haini, anarşist, terörist ve üniversiteden terk” dendiğinde içlendiğini, 12 Mart’ta kocasının yattığı “vitrinlik” koğuşla oğullarının yattığı koğuşları karşılaştırabilecek denli deneyimli bir “hapishaneci” olduğunu, Cahit, Mamak’tan alınıp tekrar DAL’a götürülüp de malum işlemler sonrası geri gideceğini öğrendiğinde “Oğlum sanki cezaevine değil de, mesire yerine götürülecekmiş gibi sevindim” dediğini, yıllarca her Salı günü kapısında mesken tuttuğu Mamak’ın 2 nolu kapısında yaz-kış bekleyip hakaret görüp itilip kakıldığı halde yumruklarını ve dişlerini sıkarak öfkesini bastırdığını, kapı önünde bekleşirken tanıdığı yoksul, perişan ama onurlu ana-babalarla, eş ve nişanlılarla, kardeşlerle acıyı, öfkeyi, lokmayı can cana dayanışmayla paylaştığını, avukat İbrahim Tezan (ışığın çok olsun) oğluyla görüşmeye gideceği günün öncesi akşamı sevinçten ağladığını okuduğunuzda öfkeniz daha çok kabarıyor.
Dağlar seni delik delik delerim
Çarşambadan pazartesiye görüş günü oğluna götüreceklerinin listesini çıkarıp tedarik ettiğini, götüreceği giysilerin üzerine bolca kolonya döküp kokusu uçmasın diye torbayı sımsıkı bağladığını, yaptığı ilk kapalı görüş esnasında oğlunun bakışlarını aradaki teli aralayarak kendine ulaştığını ve defalarca onu uzaktan öptüğünü, iddianamedeki iddiaları çürütecek belgeleri edinmek için yaptıklarını, sık sık “görüş yasağım var” cümlesini kurduğunu, Medine Ana’nın Hüseyin Gazi Dağları’na bakarak söylediği “Dağlar seni delik delik delerim / kalbur alıp toprağını elerim” türküsüyle efkarlandığını, tam 3 yıl sonra açık görüşte oğlunu kucaklayıp öptüğünü ve daha önemlisi ellerini görüp dokunabildiğini, ayrılırken yaprak dökmüş ağaçlara döndüğünü, mahkeme kapısında ve duruşma salonunda yaşadıklarını okuduğunuzda öfke dahil başka duygular da yaşıyorsunuz.
O bir “vakanüvis”
Perihan Akçam, yazdıklarıyla sadece bellek tazelemiyor; bir vakanüvis gibi tarihe not düşüyor aslında.
Mamak Anaları’nın halka gerçekleri anlatmak için sokaklara çıktığını, o dönem çok da güvenli bir yer olmayan Güvenpark’ta fuhuş yapan kadınlarında olduğu parkta “Genel Af” için imza toplandığını, İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) kurulduğunu, idam karşıtı eylemler yapıldığını, mapustakilerin sevgiyle ve insanlık adına ama en çok da haklı olduğuna inandıkları mücadelelerine saygı duyan yakınlarınca sahiplenildiğini, gördükleri kötü muameleye rağmen çekinmeyip ve kendilerini ezdirmeyerek Mamak’taki her uygulama için dışarıdan da mücadele verildiğini, “tek tip elbise” dayatmasına karşılık başlatılan ve 42 gün süren daha sonra ölüm orucuna dönüşen açlık grevi esnasında hastaneye kaldırılanlar olduğunu, uygulamanın kaldırılması uğuruna canhıraşca mücadele edilip sonunda başarıldığını, ardından “tek tip ayakkabı” uygulamasının başlatıldığını, tecritlerin kaldırılması için Genelkurmay nezdindeki girişimler sonucunda “tecrit kaldırılacaktır” kararı alındığını, kısacası tüm hak ihlalleri için teker teker uğraşılıp sona erdirildiğini tarihe not düşüyor. (ŞD/BA)
* Perihan Akçam, Onca Çileden Sonra, Arkadaş Yayınevi, Ankara, Eylül 2011, 240 sayfa
* Fotoğraf galerisi için tıklayınız.
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.