Bir İstanbul Güzelliği: Ruhumuzun ``Arp``ından Tatlı Bir Müzik Çıkarmak Elimizde
50(+) yaş insanların doğal üyesi olduğu “En Güzel Yaştaki İnsanlar Kulübü“ne aktif üye olabilmek için gerekli olan koşullardan bazıları aşağıda.
1. Kalabilen hayat için, daha önceki hayatta bulamadıklarını bulma umudu taşımak.
2. Eksik tahsilatları -mümkünse- tamamlamak.
3. Geçmişte yorulup yıpranarak elde ettiklerinin tadını çıkartmak.
4. Geçmiş hataları düzeltmeye çalışmak.
5. Üretkenliği ve öğrenmeyi sürdürmek.
6. Hayat bataryasını sürekli sarj etmek.
7. Keyif aldığı şeylerin peşinden koşmak.
8. Olaylara şaşırmak yerine sükunetle karşılamak.
9. İçinde ukde kalanları yapmak.
10. Yapacağı yeni keşiflerle torunlara anlatacak yaşantıları arttırmak.
11. ‘Mecburi’ beraberlikler yerine, hayata aynı/ benzer pencerelerden baktığın kişilerle beraber olmak.
12. Zaman ve mevsime bağlı kalmaksızın gezmek, bilmediği tatları denemek.
13. Hayatın şifrelerini çözmek.
Çok da kolay değil bu üyelik işi anlaşılacağı –ve bilindiği– üzre ama –kesinlikle– denemeğe değer diye düşündüğümden, gereği için çabalıyorum.
Hayata kaçtığım ya da hayata sıkıştırdığım “Altı Günlük İstanbul Güzelliği” bana hem çok iyi geldi, hem de kulüp üyeliğim için gerekli puanları toplamama destek oldu.
Nereden başlayayım?
1- 24 saatliğine “Ada’lı” olmak. Sevip, saydığım hem de özlediğim insanlarla birlikte yürümek, konuşmak, yemek, içmek, gülmek, denize girmek… Lido Restora’nın harika deniz ürünlerini ve nefis tadımlıklarını, sulandırıldığında beyazlayan su ve sohbet eşliğinde yemek. Kuru gürültücü martılar yüzünden uyuyamamak. Sıcaktan eriyen kahveli dondurmayı yalarken her tarafıma boca etmek… Ada çayı toplamak… “İyi yazlar” dileğini öğrenmek. Gazete alma kuyruğuna girmek. Lara ve Larissa’yla tanışmak. Fayton atlarının ayaklarındaki nallarının daha az ses çıkartması için altına lastik çakıldığını öğrenmek. Ateş rengi begonvillerle sarılı evler ve envai çeşit gül ve çiçeklerle dolu bahçeler sayesinde gözlerime bayram ettirmek. Çeşidi tavan yapmış fırından ürün seçiminde zorlanmak. Sessiz, sakin ama daimi devingen olmak. Bisikletle semaya uçup gitme isteğini dizginlemek… Saklambaç oynayarak batan güneşle tanışmak… Adayı özleyeceğimi bilerek ayrılmak ve yeni gelişler için planlar yapmak. Uzun motor yolculuğunda bulantı için –dolgularıma rağmen– ciklet çiğnemek, çevremde gazete okuyanlardan haber ‘ot’lanmak.
2 – Varlığını bilip, uzun yıllardır –mesela 30 yıldır– görmediğin 900 kadar güzel insanla bir araya gelmenin heyecanını, keyfini –ve de hüznünü– dolu dolu yaşarken, ortama yabancı ama o koşullara ve o insanlara aşina olan yarı yaşımdaki Umut’a peçeteye notlar düşürtecek yoğunlukta karmaşık duygular yaşatmak.
“Geçmiş onca şeyle doluyken,
her şey geride kalmışken,
gidenleri ararken hayatın tam ortasında.
Çok sevip de kavuşulamayan sevgiliye dokunur gibi
dokunursun umuda.
Hiç bitmeyecekmiş gibi daldığın
güzel hülyalara dokunur gibi
Seversin geride kalanları.
Savrulan ezgileri toplayıp
tek bir ağızdan türküler söyleyebilmek için
unutturmayan
unutulanı hatırlatan
duygularıyla yüzleşen bir yarın için
bugün olursun çocukların gözlerinde.
Ve birden
Acısı çok,,sevdası ve inancı büyük çocukların dünyası oluverir dünya.
Kavga büyür; umudun büyüdüğü gibi,
Sevda büyür; çocukların büyüdüğü gibi.
Aynı sen kalmaz belki,
Aynı ‘biz’ olamaz belki.
Ama sen yine biz diyebilmenin sesini yaşatırsın
Bizi olursun her satırında özlemin,
kendinin ve yaşadığın her şeyin.”(**)
3-Pera’da Botero’yla buluşmak. Sadece adını duyduğum ve “tombik” insanları çok iyi resmettiğini bildiğim “21. yüzyıl ressamı” Botero’yla üç saatliğine Pera Müzesi’nde buluştuk. “Sergiyi gezmeden önce filmimi izle“, deyince bir bildiği vardır dedim ve uydum önerisine. O zarif, Latin, Kolombiyalı, koskocaman-zengin-rengahenk-komik dünyası olan, inançlı, yaratıcı ve felsefik adamı sevmekte gecikmedim. Sergiyi gezmeme eşlik eden Botero bana tek tek Latin Amerika halkı ve yaşamını, sirk, boğa güreşi ve ölü doğayı resmettiği tablolarını anlattı.
Ölümle bale yapan matador ve pikadorlarla, renkler koleydoskopu olan sirk palyoçalarıyla, çalgıcılarıyla, şarkıcılarıyla aşıklarıyla tanıştım ama ben en çok Latin Amerika yaşamını anlattığı resimlerini sevdim yani o tombik kahramanlarını. “Niye bencileyin şişman insanların resmini yapıyorsun?” diye sorduğumda “Amacım
biçem açısından boyutları genişletmek. Böylece daha fazla renk kullanımını mümkün kılacak şekilde alanı arttırabiliyor ve dile getirmek istediğim biçim duyusallığını zenginliğini ve dolgunluğunu daha iyi aktarabiliyorum” yanıtını verdi.
En çok “Beş kız kardeş” tablosunu sevdim; ben de beş kız kardeşin dört numarası ve tek şişmanı olduğumdan mı ne? Ha bir de o rengarenk insanların hep yana doğru bakan minicik gözleri ve o gözlerde donan bakışları içime oturdu. Sanki pek bir yalnız gibi geldi hepsi ama işine fazla karışmış olmayayım diye bunu Botero’ya sormadım.
Botero’yla ve güzel insanlarıyla ve mekanlarıyla vedalaşıp, alt kattaki “Düşlerin Kenti İstanbul” sergisini gezdim acele adımlarla, bir an önce gerçeğin kenti İstanbul’a karışmak için.
4- İstiklal Caddesi’nden yapış yapış öğle sıcağında indim Tophane’ye; “Yaşam Döngüsü Sergisi” için. İstanbul Modern Sanatlar Müzesi’nin serin havası çok iyi geldi bana. Bir elimde kalem- kağıt, diğerinde dahili telefon yavaş yavaş, dönele dönele gezdim. Öyle çok şey öğrendim ki!
Gunther von Hagens ‘ın “Body Worlds” (orijinal vücut dünyası) sergisine ilişkin daha önce sanal alemden edindiğim bilgiler sınırlıydı.
Örneğin: “Bu sergi insanın kendini görme biçimini değiştirtiyor”, “Bu sergide insan bedeninin formunun güzelliği, işlevi ve potansiyeli sergileniyor”, “Bu sergide insan bedeninin döllenme anındaki ilk yaşam kıvılcımından bebeklik ve çocukluğa ergenlik ve gençlikten yetişkinliğe ve yaşlılığa kadar ki yaşam safhaları sergileniyor”, “Bu sergi; yerleşik bir beden bağış programında çıkan ve bağışlanmış bedenleri kullanan yegane kamuya açık anatomik bir sergidir”, “Bu sergide halkın plastinasyon(= estetik anatomi) yoluyla ölümden sonraki insan bedenini daha önce hiç görmediği biçimde görmelerine olanak veren harikulade plastinat(= anatomik figürler)- var. ”
Evet, bu sergi –en azından bana– bir daha gezmesi zor nasip olacak bir sergi. İnsan denilen mucizenin, doğum öncesinden ölüm sonrasına olan yıpratıcı, yorucu, meşakkatli ve taşkalalı yolculuğunun üç saatte özetlenebilen merhaleleri ve uç noktalarına yer verilen bu sergi bana çok şey öğretti.
Örneğin; Gülmek, öksürmek ve yürümek ayakta durmaktan daha yüklü bir eylemmiş. Aksırma esnasında kalbimiz durabilirmiş. Utandığınızda sadece yüzümüz değil, mide zarımızda kızarırmış. Gülümsediğimizde 17, kaşımızı çattığımızda 43 kasımız çalışıyormuş. En hızlı tepki veren kas göz kaslarıymış ve saniyenin 1/100’i sürede kasılırmış. En güçlü kaslar dil kaslarıymış. 11 kelime okunabilen sürede vücudumuz 25 milyon yeni hücre üretirmiş. Kanımızın tüm vücudumuzu 23 saniyede dolaşırmış. Avucumuza dokunduğumuzda beynimize 20 km/saat hızında mesaj gönderiyormuşuz, meğer.
Onlarca plastinat içinde beni en çok etkileyen de ikiz cenin plastinatı oldu. Bir ikiz annesi olarak uzun süre önünde kaldığımı arkamdan gelen ziyaretçinin uyarısından anladım. Ve sigara içen-içmeyen iki akciğer arasındaki farkı görünce “Söz uçar, plastinat görsel hafızada kalır” dedim içimden. (Önemli not: 10 aydır yeniden başladığım sigarayı kızımın sayesinde, bu akciğer plastinatları yüzünden sergiyi gezdikten iki gün sonra bıraktım. Biline efenim!)
Yaşlılık ve yaşlanma ilgi alanım olduğundan notlar almağa çalıştım; “Neden yaşlanırız?” bölümünde.
“Yaşlanma ani bir olay değil, ağır ilerleyen ve ölümle son bulan biyolojik bir süreç”, “Doğum anından itibaren bedensel etkinliğimiz artar, 20’li yaşlarımızın ortasında doruğa ulaşır ve o noktadan itibaren sürekli olarak –hücrelerimiz direncini kaybettiğinden– azalır”, “Yaşlanmanın nedenleri karmaşıktır ve hiçbir şekilde tamamen araştırılmış değildir”, “Hücrelerimiz sayısız kez bölünerek kendini yeniler ancak bedenin kendini onarma süreci yaşlılıkla birlikte azalır”, “Yaşlanma süreci durdurulamaz ama yaşla ilintili değişiklik kişiden kişiye değişir” gibi…
Bana ilginç gelen üç bilgiyi de paylaşmalıyım.
1) Parmak en uç eklemlerimizdeki nodüller aşınma ve yıpranma –yani yaşlılık– belirtisi.
2) İnsan eline becerikliliği kazandıran başparmak ve diğer el parmaklarının birleştirebilmesidir.
3) İnsan 50’li yaşlarında kol boyu kadar uzaklığı görebilirmiş. (Kolları fazla kısa olanın vay haline)
Yanımda cep telefonundaki kamera hariç fotoğraf makinesi olmadığı için hayıflanırken, profesyonel fotoğraf çeken genç bir arkadaşı kadrajıma aldım, biraz da hasetle. “İhtiyar bir köpeğe yeni bir numara öğretemezsiniz” panosunun önündeyken yüzümü kızartıp (o arada mide zarım da kızarmış olmalı) “Şeyyyyyy; bu panoyu benim için çekip, bana e-posta atar mısınız?” dediğimde, hemen “olur”ladı arkadaş. Bu alçak gönüllü ve paylaşımcı arkadaş; meğer ağırlıklı olarak kültür- sanat fotoğrafları çeken Fotoğraf Sanatçısı Rafet Diker’miş. Şanslısınız; buyurun siz de gezin Rafet Diker(***) sayesinde yaşam döngüsü sergisini…
5-6-7-8-9… Bir telaştır ya İstanbul ve de güzellik ve de devingenlik. Savaşın sesini susturup, barışın sesini yükseltmek isteyenlerin arasına da karıştım, caddede her tür müziği yapan sokak çalgıcılarının arasına da. “Akbil” doldurabilmek için de danıştım insanlara, arkadaşımla buluşacağım kahveyi bulabilmek için de… 10 liraya boğaz turu yapıp, yine 10 liraya Mahmutpaşa’dan babet ayakkabı da aldım. Beşiktaş Pazarı’nda toplam 30 lira harcayıp mucize tokalar, bıyık biçme aleti, sebze bıçakları, şapka, taytlar ve bamya aldım.
Ne aç kaldım, ne de susuz… Arnavutköy’de balık, Tahtakale’de kokoreç, İstiklal’de ıslak hamburger, Kabataş’ta simit – peynir, Kalamış’ta tost, Bostancı İskelesi’nde midye tava ve Neşe’nin sevgiyle pişirdiği envai çeşit yemekleri de yedim afiyetle. Hisar’da çay, Eminönü’nde sakızlı Türk kahvesi, motorda ayran ve her daim su içtim kana kana…
Ve… Bolca kavuşup, bolca ayrıldım. Çok konuştum, az okudum. Bolca koşuşturup, az uyudum.
Sonuç olarak 50(+) yaşındaki biri olarak “En Güzel Yaştaki İnsanlar Kulübü“ne aktif üye olabilmek için gerçekleştirdiğim bu İstanbul güzelliği; üyelik puanı biriktirmeme ve bir süredir karmaşık sesler çıkaran ruhumun arpından tatlı melodiler yayılmasına vesile oldu.
Ne diyeyim? Darısı başınıza.
Ne dileyeyim? Ruhunuzun arpından hep tatlı melodiler yayılsın… (SP)
* Şadiye Dönümcü. Sosyal hizmet uzmanı.
** Umut Yanardağ.
***Başlık: Halil CİBRAN’‘ın “Bedeniniz ruhunuzun arpıdır; ondan tatlı bir müzik ve ya karmaşık sesler çıkarmamız elinizdedir” özdeyişinden esinlenme.
**** Fotoğraf Sanatçısı Rafet Diker’e bir kez daha teşekkürler; fotoğraflarını bizimle paylaştığı için.
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.