``Ne Yapsam İçimde O Eski Sinemalar``
Sanal alemde amaçsız gezinirken yolum “Söke Belediyesi uzun süredir faaliyette olmayan ilçenin en büyük oturma düzeni ve salonuna sahip Efes Sineması’nı kiralıyor” haberinin yer aldığı sayfaya düştü.
Memlekete son gidişimde yıkılmayıp, dimdik ayakta olduğunu görünce mutlu olduğum “Efes Sineması”nın Belediye tarafından kiralanarak kentin kültür hizmetlerinde kullanılacağını öğrenince sanal yolculuğumu bitirip, “Ne Yapsam İçimde O Eski Sinemalar” yolculuğuna çıkıverdim.
Yaşamımızın orta yerinde televizyon değil; sinemanın olduğu yıllar… Çocukluğumun ilk okul yıllarına denk gelen 1965-70’lerde hatırladığım kadarıyla Söke’de üç kışlık, üç yazlık sinema vardı.
O zamanlar sinema sadece eğlence aracı değil, yaygın eğitim aracıydı; hatta belki de okul… Sinemada oynatılmış bir filmi görmemiş olmak adeta statü kaybıydı.
Şimdi iş merkezi olan zamanın sineması
1930’lar Türkiye’sinde sinema salonu olan 23 ilçeden biri olan Söke’nin Cumhuriyet yıllarında ilk açılan sineması; çarşı içindeki açık ve kapalı salonu olan “Neşe Sinema”sıydı. Diğer iki sinemaya göre daha küçüktü, doğal olarak eskiydi, fuayesi yetersiz, üç-dört localı, özellikle balkondaki koltuk sıralarının arası çok dar, koltukları gıcırtılı ve rahatsızdı.
Makine dairesinden gelen gürültü balkondan film izleme keyfini kaçırttığından bu sinemaya nadiren gider, filmi salondan izlemeyi tercih ederdik.
Hiç unutmam; bu sinemada Filiz Akın’ın oynadığı “Son Mektup” filmini kardeşimin göz yaşları ve hıçkırıkları eşliğinde tam üç kez izlemiştik. Kızının Akın hayranlığını bilen babam sinema dönüşü eve geldiğimizde onun şiş gözlerini görünce “Filmin sonu da mı mutlu bitmedi?” demişti.
Neşe Sineması artık yok. Çok uzun yıllar önce iş merkezi oldu.
Bir diğer sinemayı yanınca yerine apartman yaptılar
İstasyon yakınındaki Dicle Sineması o dönemin en yeni sinemasıydı. Evimize yakın olduğu ve iyi filmler getirdiği için biz ailece en çok o sinemaya giderdik. Fuayesi geniş, loca sayısı fazla, koltuk kalitesi ve yerleşimi daha iyi, büfesi daha zengindi.
1987’de yanınca yerine apartman yapılmış olsa da; aynı adla açılan 116 sandalyeli yeni bir Dicle Sineması var kentte. Söke artık tek sinemalı…
Çayın öte yanındaki köprüye yakın, Efes Sineması’nın binasının dış cephe mimarisi çok güzeldi. Söke’nin bu en büyük sinemasının kırmızı deri koltukları konforlu, balkonu çok hoş, locaları ise şıktı. Turkuaz renkli panjurlu kapısı olan tuvaletleri amonyak kokardı.
Fuayesi genişti. Gişenin hayli yüksek olan pirinç çerçeveli penceresine ulaşmazdı boyumuz. Bağırarak “iki öğrenci” der, zıplayarak elimdeki parayı tablaya bırakmanın karşılığında saman sarısı / roze renkli “seans sonuna dek saklanması mecburi” biletimizi ve “biletle muteber” olan yer kuponumuzu alırdık.
Kentin en yüksek rantı olan bölgesinde yer alan sinemayı yıkmayıp amaca uygun kullanılmasını sağlayan mal sahiplerini ve buna aracılık eden belediyeyi kutlamak gerek. Efes’in perdesi kırmızı, Dicle’ninki lacivert kadifeydi ve ikisinde de büyük puntolu “Ziraat Bankası” yazısı ve “başak”lı logoso bulunuyordu.
Filmleri duyuran gezici arabalar
Aşı tatili ve sömestr dönemi hariç hafta içi sinemaya gidemezdik. Kış aylarında hafta sonu bu üç sinema zınga zınk dolardı. Cumartesi günü öğlen –o zamanlar öyleydi- okuldan çıkar çıkmaz koşarak sinema önünde kuyruğa girerdik. Matine iki film olduğunda saat 14:00’te, üç film olduğunda 13:00’te başlardı.
Paramız olursa pazar günü de bir diğer sinemaya giderdik.
Şehri gezen arabalardan yapılan anonslarla hangi sinemada hangi filmin oynadığı duyurulur, sinema önüne ve şehrin belli yerlerine bez film afişleri asılırdı. Sinema dış duvarlarındaki camekanlı çerçevelerde filmin orijinal afişi ve fotoğrafları bulunurdu.
Talebin çok olduğu bazı filmlerin biletleri önceden satılırdı. Nadiren yabancı bazı filmlerin bilet fiyatı yüksek olurdu. Efes Sinemasının girişinde bilet kontrolü yapan Giritli Pepe’yi hiç unutamam. Bazen seansa yetişemeyip, geç kaldığımızda “iyi müşteri olmanın ‘bonus’u olarak” bizi içeri biletsiz alırdı. Elimizde kalan parayı bol keseden sinemanın büfesinde harcardık.
Yer kuponu verilmeyip, EGO (erken gelen oturur) düzeni uygulandığı seanslarda bilet kuyruğundaki arkadaşlarımızı fuayede; ahşap çerçeveli camekanlardaki film afişlerini seyrederek beklerdik. Salona girip hırka, palto, kaşkol ile arkadaşlarımıza yer tuttuğumuz da olurdu.
Yer göstericileri bahşiş vermediğimiz için biz çocuklardan hoşlanmazdı. Matinelerde balkon tümüyle, salonun da arka bölümü kadınlara ait olurdu.
Seyirci salona alındığında müzik yayını yapılır, o dönemin aranjman denilen moda şarkılarına ellerimizle tempo tutarak -bazen de söyleyerek- eşlik ederdik. Film başlamasına beş dakika kala “Film başlıyor. Herkes yerine otursun” diye anons yapılırdı.
Tek değişmeyen sinema “gong”ları
O günden bu yana değişmeyen tek şey sinema gongları galiba. Salon ışıklarının yavaş yavaş kararması… Projektörlerin perdeyi aydınlatması… Perdenin süzülerek yana doğru açılması… Alkış sesleri… Islık sesleri… Ve şölen…
Salon karardığında “Pek yakında”, “Gelecek program” başlığıyla yapılan film tanıtımları ve reklamlardan –hâlâ öyle- hoşlanmazdım. Nadiren sağlıkla ilgili eğitim filmleri yayımlandığı da olurdu. Önümüze uzun boylu kadınlar oturduğunda sinirlenir, boyumuzu yükseltmek için koltuğumuzun üstüne paltolarımızı koyardık.
Film başladığında nefesler tutulur sessizliğe gömülür, en küçük bir sese, fısıltıya, öksürüğe, kağıt hışırtısına tepki verirdik. Filmdeki gelişmeler seyircinin iklimini etkilerdi. Mesela; “kötü adam” cezalandırıldığında, “iyi adam”a yapılan haksızlık giderildiğinde, aşıklar kavuştuğunda salondan alkış ve ıslık sesleri yükselirdi. Filmde ezan okunduğunda tüm izleyiciler yerinden kıpraşırdı.
Filme ara verildiğinde gözler aydınlığa zor alışır, salonda hareketlilik başlardı. Arayı tuvalet kuyruğunda geçirmeyelim diye çabucak o işimizi bitirir, büfe kuyruğuna girerdik.
Büfeden aldığımız “Neşen Gazoz”u şişesinin içine nohut (beyaz leblebi) atıp, şişmesini bekleyip öyle içerdik. Ne büyük keyifti: o tatlanmış nohutları yemek…
Gazozla bayat gevrek (simit yani) de iyi giderdi. Yağlı-tuzlu patlamış mısıra bayılırdık. Paramız çoksa çikolatalı gofret de alırdık. Sinemada “Kabuklu yemiş yemek yasak” olduğundan evden götürdüğümüz kabuksuz kuru yemişleri, börek- poaçayı afiyetle yerdik.
Başka sıralarda oturan arkadaşlarımızla uzaktan uzağa el-kol işaretleriyle konuşur, bazen aramızda nevale değişimi yapardık.
“Ma-ki-nis-ssst, ses”
Salon içinde boynuna iple bağlanmış tahta bir tablada yiyecek satanlara, şişelere gazoz açacağı ile vurarak “gaz-zozzz” diye bağıran, daracık koltuk aralarından geçerek sıranın ortasındaki müşteriye pervasızca ulaşmaya çalışan satıcılara sinir olurdum.
Film aralarında salon doğal yöntemlerle havalandırılır, insanlar tahliye kapısının önünde sigara içerdi. Filmin devamı başladığında uzun süre salonda sessizlik sağlanamazdı. İkinci/üçüncü film başlayacağında bazı seyirciler salondan ayrıldığından rahatlardık.
Film oynarken giriş-çıkışı önlemek için salon kapısının perdesi önünde görevliler beklerdi. Film koptuğunda ses-görüntü kalitesi bozulduğunda; “Ma-ki-nis-sssst; ses” diye bağırırdık.
Balkon arka sırada ve sıra ortalarında oturmayı sevmezdim. Makine dairesinin altındaki o küçük pencereden çıkıp, perdeye yayılan ışık huzmesi vardır ya… Ortada oturuyorsak film ilk başladığı anda ya ayağa kalkar ya da ellerimizi havaya kaldırır, perdeye siluetimiz yansıdığında gülüşürdük. Muzurluk işte…
Küçücük boyumuzla önümüzdeki kadınlardan perdedeki yazıyı göremediğimiz, görebilsek de okuma hızımız alt yazı akış hızını yakalayamadığı için o zamanlar alt yazılı filmleri sevmezdim hiç.
Makine dairesini merak ederdim
Kanlı, vurdulu-kırdılı, ölümlü sahnelerde kendi kendimize sansür uygular, gözlerimizi kapatır ya da kardeşimle birbirimize sarılırdık.
Sinemada olağanüstü durumlarda -hatta film oynarken bile- anons yapılırdı. Önce amfilikatörün açılış sesini, ardından soluk sesleri duyardık. Bir erkek sesi: “1,2,3… Sayın felan feşmekan lütfen müdüriyete geliniz” derdi.
Hiç unutmam; 7-8 yaşlarında olmalıyım. Dicle Sinemasında “Katır Tırnağı” adlı filmi izliyoruz annem ve kardeşimle. Yapılan anonsla annemin müdüriyete gelmesi istendi. Nasıl korkmuştuk. Meğer evimizin bacası tutuşmuş, sinemada olduğumuzu bilen komşular hem itfaiyeye, hem sinemaya gelip haber vermiş. Biz eve gittiğimizde baca söndürülmüştü.
Makine dairesini merak eder, gelip-geçerken kafamızı uzatır, duvarındaki afişlere yerlerdeki kopmuş film parçalarına bakardık.
Nargis ve Raj Kapoor’un oynadığı “Avare” filminin “Rüyalarınıza giren büyük bir aşk ve seven kalplerin hikayesi” yazan afişine bir şekilde sahip olmak kardeşimi ve beni onurlandırmıştı. Mutfak kapısının arkasına astığımız afişle kuzenlerimize epey hava atmıştık.
Çıkışta güneş varsa gözlerimiz kamaşır, hava kararmışsa bulanık görürdük. Sinema çevresinden geçerken yerde bulduğumuz film parçalarını güneşe tutarak hangi filme ait olduğunu çıkartmağa çalışırdık.
O zamanlar sinema salonları tiyatro, konser, panel, toplantılara da ev sahipliği yapardı. Söke’nin sosyal ve kültür hayatı o yıllar çok yoğundu. Ben Dostlar Tiyatrosunu, Aşık Veysel’i, Erol Büyükburç’u, Beyaz Kelebekler’i, Avni Dilligil Tiyatrosunu, Cem Karaca’yı, Barış Manço’yu, Edip Akbayram’ı, Rasim Adasal’ı o salonlarda izledim, dinledim.
Ve yazlık sinemalar…
Ve “yazlık sinema”lar… O zamanlar Söke’de Neşe, Park ve Albayrak Caddesinde Zehra Yengemlerin evinin yanındaki olmak üzere üç yazlık sinema vardı. Bazen yengemin evinin damından -bedavadan- film seyretmek bizi çok mutlu ederdik.
Yazlık sinemalarda salon düzenini koruyabilmek için sandalyeler ya birbirine telle bağlanır ya da altlarından geçirilen takozla sabitlenirdi. Annem evden getirdiği ıslak toz beziyle oturmadan önce sandalyeyi siler, üzerine gazete serip minder koyardı. Tahta sandalyede uzun süre oturmak insanı zorlardı. Çıkışta babam bizi kapıda beklerdi.
Yazlık sinemada “kabuklu yemiş yemek serbest” olduğundan film boyunca çiğdem yerdik. Annem kabukları yere atmamız için gazete kağıdından yaptığı külahları elimize tutuştururdu. Yazlık sinema keyfini sopalı dondurma (sütsan) tamamlardı.
Bazen ani başlayan yağmur yüzünden film yarıda kesilir, çıkışta müdüriyet ertesi gün için boş bilet dağıtırdı. Fatma Girik’in köylü bir kadını oynadığı ve tam tek başına dağın tepesinde doğum yapacağı sırada başlayan fırtına yüzünden film yarıda kaldığı için ağladığımı da unutmadım.
Renkli ampullerle aydınlatılan yazlık sinemalar sünnet şölenlerine ve düğünlere ev sahipliği yapar, kapısına seyyar satıcılar dizilirdi. Yazlık-kışlık sinemalarda izlediğim renkli sinemaskop, siyah-beyaz ve bazı bölümleri renkli filmlerde kendimle özdeşleştirdiğim bir kahraman edinirdim.
Bilim kurgu ve fantastik filmlerden pek hoşlanmaz, “salon filmi” tabir edilen filmleri, müzikalleri, polisiye, kovboy ve macera filmlerini severdim. Türk filmlerini hiç kaçırmaz (hala öyle…), gördüğüm filmlerin adını günlüğümün arka sayfalarına yazardım.
O dönemin oyuncuları mı? Birilerini söylesem diğerleri eksik kalır… O dönemin filmleri mi? Birilerini saysam, diğerleri eksik kalır.
Evet, “Ne Yapsam İçimde O Eski Sinemalar” derken kendime bir kez daha soruyorum: “Nerede Eski Ben?”
Artık uzun süre sabit oturmaktan kaynaklanan ve “sinema hastalığı” denilen dizlerimdeki rahatsızlık yüzünden film izlerken zorlandığımdan sıkça “Nerede Eski Ben?” deyip “ahhh” çekiyorum. (ŞD/GG)
* O zamanlar 52 il ve 23 ilçede sinema salonu varmış. Salonu olan ilçeler arasında Söke’nin yanı sıra Bergama, Tire, Ezine, Biga, Nazilli, Gönen ve Düzce var. Ankara’da merkezde iki salon varmış, ancak ilçelerde yokmuş. Bursa ve Adana’da 4’er, Manisa’da 3 salon varmış.
** Başlık Atila İlhan’ın “Eski Sinemalar” adlı şiirinin bir dizesi.
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.