Rengahenk Yaşlılar

Ölsem de; Seni Bin Yıl Sağ Gibi Sevsem

Ölsem de; Seni Bin Yıl Sağ Gibi Sevsem

Ölsem de; Seni Bin Yıl Sağ Gibi Sevsem

“Hep yalnızlığım gelirdi arkamdan. Şimdi siz de geldiniz?“ dedi karşıya geçmesine yardım ettiğim yaşlı adam. Dinlenmesi için duraladığımızda: “Tatilci misin?“ diye sordu.

“Evet, Ankara’dan.”

“Sevdin mi memleketimizi? Buranın güzelliği ilk gelindiğinde anlaşılmaz. Sonra anlarsın güzelliğini… Ve bir daha, bir daha gelirsin.”

“Ben ilk gelişimde sevdim. Gideceğiniz yere kadar eşlik edeyim mi size.”

“Karşıdaki çay bahçesinde otururum gündüzleri. Size bizim meşhur kahvemizden ısmarlayayım. Ev sahibi sayılırız.”

89 yıllık yaşam

Gazete okumak yerine bu yaşlı adamı mutlu etmeyi tercih ettim. Masaya oturur oturmaz garson seyirtti: “Hoş geldin Vaso Amca. Siz de hoş geldiniz han’fendi? Kahveniz nasıl olsun?”

”Sormayacaksın! “ dedi yeni arkadaşım; “Dibek kahvesi sade içilir. “

İlk üç dakikada 89 yıllık yaşamını özetledi. Garsonluktan emekli. Eşi ölmüş. Kırk yıl İstanbul’da yaşayıp, buraya geri dönmüş. Üvey oğlu Atina’da. Köydeki evi duruyor. Merkezde dükkandan bozma bir evde yaşıyor. Şeker hastası. Unutkanlık başlamış. Bir tas çorba yapanı yok.

Dinleyicinin bu anahtar cümlelerden yola çıkıp, aradaki boşlukları doldurması kolaydı. Ancak konuşmaya susamış Vaso Amca beni yormak istemedi. Anlattı, anlattı.

“Baba yok. Anneme, kardeşime bakmam gerek. Köyde yoksulluk diz boyu. İstanbul’a gittim. Bulaşıkçılıktan başladım mesleğe. Ellerim morarırdı. Çalışkan ve becerikliydim. Önce komi sonra garson oldum. On üç yaşından, elli üçüme kadar bu mesleği yaptım.” diyordu arkadaşım. Belvü Otel, Suadiye Otel, Plaj Gazinosu, Bebek Gazinosu, Marmara Klübü, Todori’nin Meyhanesi’nde çalışmış.

Mutsuzluktan içenlerin arkadaşı…

Atatürk’ü, yaveri Kılıç Ali’yi, H.Ali Yücel’i, Tevfik Rüştü Aras’ı, Recep Peker’i, dönemin yazarlarını şairlerini, sazendelerini, sanatkarlarını, iş adamlarını tanımış. Hepsinden bir şeyler öğrenmiş.

“Mutsuzluktan içenlerin arkadaşı, yareni, sırdaşı oldum hep. Müşterilerimin aşklarına, ihanetlerine şahit oldum. 27 yaşında evlendiğimde, ihanete uğrayacağımı bilemezdim. Ayrıldık. Gündüzleri kendi başımaydım. Geceleri de kalabalığın, uğultunun içinde hep yalnızdım, kırk yılımı alan İstanbul’da. Sonra Rosa girdi hayatıma.”

Madam Rosa, köyden Yunanistan’a giden bir ailenin kızı. Zorla evlendirildiği kocası bilinmeyen bir nedenle öldürülünce, iki yaşındaki oğlu Yorgo’yla ortada kalıyor. Ailesi Türkiye’ye, köye dönmesini istemiyor. Genç, güzel, yürürken arkasından baktıran, çocuklu dul kadın köye geldiğinde altınlarını ve elmas pandantifini satarak aldığı dikiş makinasıyla terzilik yapmaya başlıyor. Baba evinin bahçesine sebze ekiyor, tarlaya zeytin ağacı ekiyor ki gelir olsun.

Madam Rosa

“Elli üç yaşında, çakı gibi yakışıklıydım ‘İstanbul’a yeter’ deyip, köye döndüğümde Varlığım davar. Zamanın gençleri ya Amerika’ya, ya Yunanistan’a ya da benim gibi İstanbul’a gittiklerinden köyün nüfusu az.  Benden çok gençti Madam. Köylüler aracı oldu evlenmemize. Çocuğumuz olmadı. Yorgo ikimize de yetti. Baba oldum ona. Okumak için Atina’ya gönderdim. Dönmedi. Yoksa ben buralarda yapayalnız kalmazdım.”

Yaşlı arkadaşımın gözleri hep ıslak gibi. Ben yokmuşçasına, kendiyle konuşuyormuşçasına anlatmasını sürdürüyor.
“Madam Rosa’nın arasan bulunmaz bir çekiciliği vardı. Etkileyiciydi. Gözlerinde insanı kendine çeken bir magnetizma vardı sanki. Madam’la hep kalabalık oldum. Hani şarkı der ya: ‘geç buldum, çabuk kaybettim.” Beş yıl oldu eski yalnızlığıma döneli. Evde başka bir soluk arıyor, insan. Zile bastığında kapı açanı olsun istiyor. Zor…,”

Yarını belirsiz, hep ‘öteki’ olmuş, hiç ‘beriki’  olamamış yaşlı adamın yüzündeki çizgiler okuyabilenler için acıyla yazılmış bir mektup gibiydi.

Madam, gözleri izin verene kadar terzilik, sonra da pastane için bademli kurabiye yapmış. Evde şarap yaparmış Madam. Bahçesi köyde ünlüymüş. Kocasına “almayı öğren artık“ diye kızar, “Vermek beni mutlu ediyor. Ben yapıcıyım;  bozmuyorum.” yanıtını aldığında Vaso’suna çapkınca bir bakış atarmış.

“Kıskanmaz olur muyum? Kıskandığımı belli etmezdim. Çok sevdim o mert, dobra kadını. Ona şarkılar söyledim hep. ‘Gökyüzüm olsan, seni dağ gibi sevsem / Her anı yeni bir çağ gibi sevsem / Sevenler için dünyada ölüm yok / Ölsem de seni bin yıl dağ gibi sevsem (**)” diye.

Sevdiceğini öldükten sonra bile sevmekte kararlı olan yaşlı adam, titreyen elleriyle gözlerini silmeğe çalışırken, benim de yüreğim titriyordu.

Garsonluk ince bir meslek…

Havadaki ağırlığı dağıtmam gerekiyordu. Deniz, kum, güneş konusu bitince “Garsonluk nasıl bir meslek?” dedim. Öyle çok şey anlattı ki…

“Polislik gibi, ince bir meslek. İnsan ruhundan anlamalı. Birini gördüğünde  karakterini çözmeli. Yumuşak damarlı olmayan, fark yaratmayan, yüzü gülmeyen bu işi yapmasın. Garson, müşteriyi tanımalı, ne yediğini ne sevdiğini bilmeli. Yemekle birlikte saygı ve nezaket ikram eden garson, müşteriyi kendi evinde gibi hissettirtmeli. Kolay iş değil, yani. Bakımlı olacaksın. Ben Rebul lavanta suyu kullanırdım hep. Kıvrak zekalı, akıllı insanların işi. Laubalilik kaldırmaz. İşini, işletmesini seven garson,  müşteriyi mekana bağlar. Temiz, hızlı,  heyecanlı bir iş ama; sonu yok.”

Ayak tabanlarında bir parmak kalınlığında nasıra, bacaklarında varise yol açsa da,   yıllarca yaptığı mesleğiyle gurur duyuyordu.

“Bebek Gazinosu’nda çalışırken Prenses Naile program yapardı. Bir göbek atardı ki…  Deprem olurdu, sanki. Maruşka Pandeliali muhteşem sesiyle doldururdu tüm masaları. Bebek Meydanı tanzim edilirken yıktılar. 60’lı yıllarda yeniden açıldı. Galiba 83 yılıydı. En son Müzeyyen Senar konser verdi orada.

Provaları, programları izleye izleye musiki keyfim arttı. Eserleri öğrendim. Fasıl yapılmasını, ara nağmelere girişi çıkışı öğrendim. Zamanın usta hanendeleriyle ses sanatkarlarıyla çalıştım. Tek sesli devir çok sesli oldu, bizim zamanımızda. Saz yoktu artık, sazlı sözlü geceler vardı. Çok yıldızlı dönem…

Perihan, Hamiyet, Safiye, Mediha Demirkıran… Mualla Mukadder ile Sevim Tanürek 57’de geldi Bebek Gazinosuna. Hepside beni severlerdi, ahbaptık. Hepsinin imzalı resimleri, afişleri  var bende, duruyor.

4. Vakıf Han gazinosu içkisizdi. ‘Efendim beş dakika sonra program başlayacak. Bir arzunuz var mı?’ diye sorardı lastik ayakkabı giymiş garsonlar. Program başladığında çakur çukur servis yapılmazdı. Niye? Sanata, sanatçılara saygı için.“

Masamıza içecek bir şeyler taşıyan garson, Vaso Amca’sının yabancı bir kadına bu kadar süredir neler anlattığını merak ettiği her halinden belliydi. Aldırış etmeden devam ettik sohbetimize.

“Zeki Müren mi? Öyle kibar, öyle güzeldi ki… Seyirciye arkasını dönmezdi, saygısından. İşinde çok ciddi, disiplinliydi. Programı bittiğinde bambaşka biri olurdu. Beş-on dakika sazendeleri eğlendirir, ‘haydaaaa’ diyerek eliyle tef çalar gibi yapardı. O ara beni ortalıkta görürse hemen kasap havası çaldırırdı ki, oynayayım.

Son programında “Ellerimi sıkı tut, mimozam” demişti hani sunucuya. Ben ölürken “ellerimi tut” diyebileceğim bir insan bile olmayacak yakınımda…

Anlatacaklarım bitmedi…

Ne anlatırsa anlatsın konuyu yalnızlığa bağlıyordu. Saatime baktığımı görünce “Dur hele! Anlatacaklarım bitmedi” deyip sürdürdü konuşmasını.

“Şimdi sizi zor seçen bu gözler neler gördü ahir ömründe bir bilsen! Güzeller güzeli Cahide Sonku’nun Beyoğlu’nda ayağında terlik, kafasında yemeniyle gezdiğini de gördüm. Bir geceliğine  gazino kapatanların, bir kadın uğruna her şeyini harcayanların kuru ekmeğe muhtaç olduğunu da gördüm.

Cemaatin yaşadıklarını, o acıları konuşup tatil keyfini kaçırmayayım. Neyse… Selahattin Pınar’ı, Afife Jale’yi 13-14 yaşındayken tanıdım. Bildiğim en büyük aşktır Pınar’a “Nereden sevdim o zalim kadını” dedirten aşk. Afife Hanıma ‘Anladım sevmeyeceksin beni sen, nazlı çiçek’ diyen Pınar, 60’ların başında, bir kış günü, Todori’nin Meyhanesi’nde öldü.

Todori’nin meyhanesi. Çalıştım orada ben. Kalamış Vapur İskelesi’ne çıkan yolun solundaydı. Kalamış’ta Bakkal Filip’in orada ayaküstü iki tek atan akşamcılar sonra meyhaneye gelirdi. Vasil’inki kapanınca Todori’nin mekanı öne çıktı.
Meyhanenin kışlık bölümü Rum ilkokulunun altında, yazlık olanı okulla Rum Kilisesi’nin arasındaki meyilli arazideki kocaman çınar ağacının altındaydı. Patlıcan turşusu, ciğer tavası, favası, lakerdası meşhurdu.

Todori işini iyi yapar, müşterisinin ruhuna seslenirdi. Şimdi Caddebostan’da Todori diye bir meyhane varmış. Senin gibi gelen tatilciler söyledi.

Zamanım olsa da sana Todori usulü ciğer yapsam. Becerebileceksen tarif edeyim. Ciğeri yirmi dört saat suda bırakacaksın. Suyunu süzüp, dilimleyeceksin. Sonra da kızartacaksın. Hem yumuşak olur, hem yağ çekmez.

Atatürk’ü Todori’nin orada gördüm. Servis yaptım ona, arkadaşlarına. Bahtiyarım onu tanıdığım için.

“Edalı bir yosma… Senden bilirim… Öyle bir afet-i yekta… Seni her dem arıyorum…  Semti dildare bu demler… Sinemde tutuşmuş… Bunlar çalardı Todori’nin orada. Bu şarkıların taş plakları var elimde, bir sürü.”

Sormaz olaydım “Ne yapacaksınız onları?” diye. Aldığım yanıt yüreğimi titretti: “Apostol ‘konservatuara bağışla’ dedi. Yok, vermeyeceğim. Cenazemi kaldıranın olsun plaklar.” (ŞD/NZ)

* Şadiye Dönümcü, Sosyal Hizmet Uzmanı.

** Söz: Ümit Yaşar Oğuzcan. Beste: Sadun Aksüt. Makam: Suzinak.

Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.

Listeye geri dön

Bir cevap yazın