Ay Öpücüğü
“Sevgili bay M.,
Epeydir çektiğiniz -ama nedense bitmeyen- çilenizi tamamlamanız için; geçmişin Latmos şimdilerin Beşparmak Dağlarında, Bafa Gölü’ne hakim kayalıklarda bulunan Yediler Manastırı’nın çilehanesine gitmeniz tarafımdan uygun görülmüştür.
Dilerim ortaçağ azizlerinin ‘Dünyevi sorunlardan uzak huzurlu bir yaşam’ felsefesine uygun yaşadıkları bu inziva yeri size -her anlamda- iyi gelir.
Zarfın içinde Bodrum’a gidiş-dönüş uçak biletiniz, Kapıkırı Köyü’nde adınıza yer ayırtılan pansiyonun adres ve telefonu, kutuda da yeni bir çift yürüyüş ayakkabısı var.
Endymion ve Selene’ye selam söyle!
İyi yolculuklar…
İmza: Mahbuse”**
* * *
Havaalanından kiraladığı araçla yola çıkan Bay M. telefonunu açtığında, Mahbuse’den mesaj geldi.
“Arkadaş, dünya için boş yere üzülme,
Şu hurda dünya için gereksiz yere üzülme.
Var olan zaten geçti, yok da ortada yok,
Şen ol da, var için, yok için üzülme***
Sevgiler.”
Gülümsemeye çalıştı. Beceremedi. Teypteki kasetten yükselen şarkıların sözlerine yoğunlaşamayınca, kendi içine baktı.
* * *
Neler demişti Mahbuse:
“Ben vazgeçmem gerekenleri bilerek karar verdim. Sana ihtiyacım var. Ruhum ‘Eksik yaşadıklarımı doldurmalısın. Sana en iyi gelecek olanı seçmelisin’ dedi. Bu beni başka doyumsuzluklara sürükleyebilir. Yaptığım seçimin bedeli neyse, öderim. Bazen elimizdekinin değeri, onu kaybettiğimizde anlaşılıyor.
Verilecek kararlar ikimizin tüm yaşamını yönlendirecek. Birlikte yapamayacak olursak eğer, en azından ne yapmamam gerektiğini ve benim için neyin önemli olduğunu öğrenmiş olurum. Yapacağımız seçimin getireceği kazanımlar ve kayıplarımızın ne olduğunu önceden düşünebilmek, gerektiğinde önlem almak önemli.
‘Seçimimiz yanlış oldu’ diyelim. Yanlışı anlamamız bile doğruyu aramamıza yol açacak. Seçim yapmamanın bedeli de yüksek; ben bunu kaldıramam. Sorunlar kronikleştiğinde kısır döngü oluşuyor. Bazen hayatta ‘şak’ deyince, ‘tak’ diye karar alınması gerekiyor.”
* * *
Neler demişti Mahbuse’ye:
“Söylediklerin doğru ancak evlilik, iş, çocuk gibi bazı kararlar daha ciddi düşünmeyi, planlamayı gerektiriyor. Kararsız bir insan değilim. Yıllar önce iş değiştirirken yaşadığım kararsızlığı ‘Ya herru, ya merru’ diyerek sonuçlandırmıştım.
Haksızlık etmek istemiyorum ikimize de. Ancak ‘ama’larım yanıt bulmalı. Sen kendine düşenleri yaptın. Şimdi bana tanıdığın sürenin dolmasını bekliyorsun. Kararım(ız)ın tüm sonuçlarına katlanabilme gücüm olacak mı? Sonradan vazgeçtiklerimiz için yanacak olursak? Ruhumu sıkıştırıyor bu belirsizlik. Aslında yaşadığım bu duygunun lüks olduğunu biliyorum. İçim huzurlu olmalı. İleride yakınmalı bir yaşam sürmek istemiyorum.
Hayat çatışmalarla dolu. Borsada agresif değil dengeli fonları tercih eden ben, hayatta da kısa değil uzun vadede kazanmayı isterim. Çevrem anlık kararlarının bedelini yıllar boyu ödeyenlerle dolu. Aşırı planlılık, programlılık her zaman iyi mi? Bazen değil işte.”
* * *
Kendi içine bakarken, arabanın hız göstergesine bakmadığı fark etti. Göl manzarası eşliğinde zeytinlikler içinden kıvrıla kıvrıla giden yol tenha da olsa 140 km. hızla gitmesi yanlıştı. Arabanın da, düşüncelerinin de hızını kesmeliydi.
Milas’ı geçti. Çamiçi (Kapıkırı) Köyü tabelasından sonra “Heraklia 10 km.” tabelasını görünce saptı. Gölün yukarıdan görünüşü de nefisti. Karşısına çıkan ilk lokantanın önünde durdu. Garson -ya da sahibi- koşarak yanına geldi: “Hoş geldiniz”, “Ben park edeyim abi!”, “İlk defa mı geldiniz?”, “Lavabo sağda, mavi kapı.”
Elini yüzünü yıkayınca, rahatladı. Ayakları açılsın diye bahçede turlarken, gözleri de aşağıda kalan gölde geziniyordu.
Anahtarlarını getiren garsonun yönlendirdiği masaya oturdu. Kendisine yöneltilen “Ne yersiniz?” sorusunu yanıtlamasını beklemeden konuşmasını sürdürdü garson. “Levrek, kefal ya da yılan balığı? Bana sorarsanız: yılanbalığı derim. Bizim gölümüzün yılan balıkları doğum yapmak için Meksika Körfezine gider. Dönüşte yavrularıyla beraber içgüdüsel bir yolculukla Okyanus’u, Akdeniz’i ve Ege’yi geçip, Menderes nehrinden buraya gelir. İlginç olan o yavruların da 7-8 yıl sonra aynı amaçla aynı yere seyahate çıkmaları. Dünyadaki bütün yılan balıkları aynı yolu izlermiş.”
“Peki, yılan balığı olsun. Yok, levrek olsun. Vazgeçtim, yılan. Boş ver, az az ikisinden de yaptırın! Atıştırmalık bir şeyler de getirirseniz. Bira var mı? Yok rakı içeyim? Vazgeçtim, bira. Soğuk olsun. Fıçı ama!”
Adam uzaklaşırken “Yeni bir karar. Ve seçim yaptın oğlum. Yılan mı? Levrek mi? Bira mı? Rakı mı? Sonuçta hangisini yer/içersem nefsim körlenecek. Bu seçimimin bedelini kaldırabilirim. İkisini yediğimde midem rahatsızlanmazsa tabii! Her karar, yeni bir tecrübe. Hayat da zıtlıklardan mürekkep. Sağlığın kıymeti hastalandığımızda, iyinin farkını da kötüyle karşılaştığımızda anladığımız gibi” diye söylendi.
Garson sininin içinde getirdiği tabakları masaya yerleştirirken her birini ismen tanıttı:
“Börülce salatası, balık yumurtası, çoban salata, yoğurtlu kızartma, şaka-şuka, büber ekşilemesi, barbunya, çökelek salatası, zeytinyağına yatırılmış yeşil çizik zeytin, bal-kaymak ve tatlı maya ekmek. Kullandığımız yağ, aha bu karşıdaki ağaçların zeytininden.”
Garsonun uzaklaşmasını bekleyemeden yemeğe başladı. Görüntüleri gibi tadı da çok güzeldi hepsinin. Bira geldiğinde tabakların çoğu kalaylanmıştı. Arkasına yaslanıp, aşağıda uzanan gölde yeniden gezintiye çıkmıştı ki… Bir koku yayılıverdi ortalığa.
Garson halka halka kesilmiş yılan balığı tabağını masaya bırakırken:
“Yedikçe ağzınıza yerleşecek lezzeti. Yılan balığını ızgara yaparız. Doktorlar, yağının kolesterol düşürdüğünü söylüyor. Levreğiniz pişiyor.”
Haklıydı, balık çok lezzetliydi. Doymuştu. “Levrek kalsın! Hesaba ekle ama!” diye seslendi garsona. Kahvesini içerken telefonundan mesaj sinyali aldı. Mahbuse’ydi.
“Bir öküz varmış altında yerin
Bir öküz de varmış üstünde göklerin.
İki öküzün arasında,
Tepinişine bakın şu eşeklerin.”***
* * *
Yemeğin rehaveti ve yorgunluğun etkisiyle uzandı yatağa. Uyudu. Pansiyondan çıktığında ortalığın kızıla vuran rengi gözünü aldı.
Güneş, dağın şahikasında gölge oyunu yaparken, Bafa yöresini ışıtmak için acele eden “ay”a aldırmıyor gibiydi. Endymion ile Selene’nin aşkı işte bu ihtişamda yaşanmıştı.
* * *
Dağda yaşayan çoban Endymion’un hayatında sahip olduğu tek şey kavalıymış. Öyle bir üflermiş ki! Latmos’daki yalnızlığını, bundan duyduğu mutluluğunu, kentlerde yaşayan insanlara duyduğu özlemini üflediği nağmelerle anlatırmış. Ay Tanrıçası Selene, Endymion’a aşık, kavalın sesine hayranmış.
Her kavuşmada ölümlü olan sevgilisinin biraz daha yaşlandığını gördükçe üzülürmüş. Zeus’tan sevgilisinin hiç yaşlanmamasını ve bu mağarada ölümsüz bir uykuya dalmasını isteyen Selene’nin dileği yerine gelmiş. Endymion, ayın ışıklarıyla sarmaş dolaş, sonsuz bir uykuya dalmış. Ayın dünyada en sevdiği, ışığını en fazla paylaştığı yer Latmos’muş. Ay ışığında dağın dorukları ağarırmış.
* * *
Pansiyoncu aileyle biraz sohbet edip, çay içtikten sonra odasının balkonuna çıktı. Dolunay elbisesini giyen Selene, tüm ışıklarını yaymıştı gökyüzüne. O kadar mükemmeldi ki her şey, daha ilk kadehte ağırlaştığını hissetti.
* * *
Uyandığında gün yeni ağarıyordu. Giyinip, sırt çantasını hazırladı. Avluya çıktığında kahvaltıya kalmayacağını öğrenen pansiyoncunun karısının verdiği koca bir pet şişe ayran ve saç böreğini aldı.
Vurdu kendini dışarıya, dağlara.
* * *
Yürüdü, yürüdü, yürüdü…
Saptadığı bir rota olmaksızın, bir haritaya bakmaksızın elinde pusulayla yürüdü.
Beşparmak Dağları’nın gölgesindeki antik kent Herakleia’nın gizemi ve doğanın güzelliğinden etkilenip sürdürdü yürümesini.
İnziva böyle bir şey olmalı diye düşündü.
Surlarla çevrili manastırların içine girdikçe, tepedeki kayalıklara tırmandıkça, mağaralardaki kaya resimlerini gördükçe keşiflerini sürdürmek istedi. Yosun kaplı kayaları tırmanmakta zorlanınca geri döndü.
Kalan böreğini atıştırırken, kendini bir ranzanın üst katında, Bafa Gölü’nü de alt katında uyurken hayal etti. Yorulmuştu.
* * *
Sabahleyin erkenden arabasıyla Gölyaka Köyü’ne gidip, yaklaşık bir saatlik yürüyüşle içinde iki kilise, bir şapel ve sarnıç bulunan Yediler Manastırı’na vardı.
Manastırın sur duvarının kuzeyinde içi oyularak kovuk haline getirilen ve tavanları fresklerle süslenmiş yuvarlak bir kaya şeklindeki çilehaneye girdiğinde, kapalı yer korkusu depreşiverince, dışarı çıktı. Hızlı adımlarla ve nefes nefese köye meydanına döndü. Kahvesini içerken, dalıp gitti.
* * *
Düşündü: Hayat, aslında çekilen çilelerle, yaşanan sorunlarla mı hayat oluyordu?
İnsanın “offf be” demek yerine “ohhh be” demeyi tercih etmesi doğal değil mi?
“Oh”un değeri, “of”un ne olduğu bilinince anlaşılmaz mı? Keşişler, çilehaneye kapanarak yaşamlarını sürdürmekle aslında kendilerine haksızlık etmemişler miydi?
Diyelim ki, bir konuda -bu konuda- yanlış karar verdim. Ölüm yok ya sonunda!
İnsan, hayatının rotasını ve haritasını tek başına saptayamıyor! Ancak pusulası kendi elinde olmalı ve şaşmasına izin vermemeli!
* * *
Telefonunu eline alıp menüden mesaja girip, yazdı: “Ayın dünyada en sevdiği, ışığını en fazla paylaştığı Latmos’daki Selene, yüreğimin doruklarını ağartacağına karar verdiğim kadına ay öpücüğü göndermemi istedi.”(ŞD/EÜ)
* Şadiye Dönümcü, Sosyal Hizmet Uzmanı.
** Ay öpücüğü
*** Ömer Hayyam
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.