Farklı Nedenlerle Ağlatan Çocuk
Kongre için gittiğimiz İstanbul’dan dönüşte, “Bolu Köroğlu’nda İsmail’in Yeri’nde yemek molası verelim!’ deyince, şoförümüz Hüseyin’e itiraz etmedik.
İkindi vaktiydi. Lokanta sakindi. Terasta, dört kişinin oturduğu bir masa doluydu sadece. Manzara nefisti. Garson, dolu masanın yanındaki masaya yönlendirdi bizi..
Siparişlerimizi verdik. Mangal yarım saate hazır olurmuş, acele edilmemeliymiş. Arkadaşım Zübeyde’nin “Çok açım, bekleyemem. Bari peynir-ekmek getirseler!” söylenmeleri eşliğinde ciğerlerime oksijen, gözlerime yeşil, ruhuma dinginlik ziyafeti çekiyordum.
Üç parça dürüm
Üç gün boyunca şiddet konuşmak, dinlemek ruhumu kararmıştı. ‘Keşke zamanımız olsa da, biraz yürüyüş yapsak!’ diye aklımdan geçirirken, “Lütfen alın! Çok acıkmışa benziyorsunuz!” sözleriyle irkildim. Yan masada oturan beylerden biriydi seslenen.
Üç parça dürüm uzatıyordu. Aldım. Daha teşekkür ederken, birini gözlerimle yemiştim bile. Zübeyde ve Hüseyin’e uzattım diğerlerini.
Ölçülü, saygılı ve efendi görünüşlü insanlardı yan masa komşularımız. Yolculuk nereden – nereye gibi sorularla başlayan sorulara ardı ardına yeni sorular eklendi.
Antalya-İstanbul arasında sebze taşıyorlardı. Bu gece İstanbul’a yük boşaltacaklardı. Bizlerin devlet memuru olduğunu, resmi plakalı araçtan anlamışlar.
Sohbet garsonu da çekti
Şişman, yüksek sesle konuşan, elli yaşlarında, gümüş saçlı, diğerlerinin sözünü kesmemeğe çalıştığı Recai Bey, lokantanın önündeki üç kamyonunun sahibiydi.
Yirmi beşlerinde görünen, zayıf, uzun boylu, ensesini geçen kıvırcık saçlarını lastik bir tokayla toplamış olan Recai Bey’in oğlu Emre’ydi.
Kot yeleğinin göğüs cebine iliştirdiği mp3 çalar kulaklığının tekini sağ kulağına takılı Emre, Ankara’da Çalışma Ekonomisi okumuştu, Gönlüne ve aldığı eğitime uygun iş bulamamıştı. Çocukluğu kamyon üzerinde geçen Emre, kamyonların ‘stepne’ şoförüydü.
Sohbet giderek koyulaşıyordu. Her iki masadan sıkça verilen siparişleri taşıyan, müşteriler arasındaki yakınlaşmadan hoşnutluğunu ve konuşulanlara olan merakını saklamaya çaba harcamayan garsonun konuşmalara kulak kabarttığını anlamak zor değildi.
Masalar neredeyse birleşti
Kısa boylu, çok az konuşan, boynuna yağlık bağlamış, kırkların ikinci yarısında görünen, telefonuna mesaj geldikçe ardına dönerek kısa telefon görüşmeleri yapan Nuri Bey’di.
Zübeyde, ballı kaymaklı kızarmış ekmek dilimlerini ardı ardına midesine göndermeyle meşguldü.
Esmer, bıyıksız, sinekkaydı traşlı, saçları jöleli, kırk yaşlarındaki, biri bitmeden diğer sigarayı yakan, Sıddık Bey, Urfa’lıydı, Hüseyin’in hemşerisi.
Et yemeğimiz geldiğinde, masalar neredeyse birleşmişti. Sohbet konuları da değişiyordu. Bizim onlara anlatacağımız daha doğrusu onlarla paylaşabileceğimiz fazlaca bir şeyimiz yoktu, onların ise fazlasıyla….
Annelerin sorunları
Bir çırpıda: uzun yol şoförlüğünün zorluklarını, nakliyatçılığın çok para kazandırmadığını, aile düzeni tutturamadıklarını, şoförlükten başka iş bilmediklerini, çocuklarının hastalıklarında bile yanlarında olamadıklarını, en erken beş gün sonra döndükleri evlerinden ertesi gün yeniden ayrıldıklarını, kamyonda uyuduklarını, sadece yemek molalarında insan yüzüne çıktıklarını, yine de “çok şükür” durumlarının iyi olduğunu, kimseye muhtaç olmadıklarını anlatıverdiler.
Üç gün boyunca kongrede uzun uzun şiddetin yol açtığı sorunları dinlemiştik. Şimdi de kamyon şoförlerinin sorunlarını dinliyorduk.
“Şehir dışına göreve gönderilen annelerin, çalışan annelerin sorunlarını dinleyen birini bulabilsem, keşke!” diye düşünmedim değil, lavaboya giderken.
80'lerin posteri
Dönüşte bir ağlayan çocuk muhabbeti vardı masada. Anlaşılmaz bakışlarımı gözleyen Hüseyin durumu özetledi: Zübeyde kahverengi fonda, üzerinde kalın bir ceket bulunan dört-beş yaşlarındaki bir gözü yaşlı oğlan çocuğu posterinin -80’li yıllarda- tüm kamyon ve otobüslerin arka camlarına niye asıldığını sormuş, mola arkadaşlarımıza. Tek fotoğrafa, farklı yorumlar geliverdi.
Recai Bey’e göre; Gaziantep’e seyrederken, gavur dağında kaza yapıp, paramparça olan bir kamyon şoförünün ardında bıraktığı çocukların en küçüğüydü o çocuk. Cenaze Adıyaman’a getirildiğinde, fenalık geçiren annesinin yere düştüğünü gören şoförün oğlunun fotoğrafını çekmişti, gazeteci.
Tüm gazeteler basmıştı, haber eşlik eden o fotoğrafı. Gün be gün poster, kartpostal, hatta muhafazakar bir partinin seçim afişi olarak her tarafa yayılmıştı.
Şoförlere mesaj
Uzun yol şoförleri arkalarında seyreden meslektaşlarına “Yavaş git. Acele eden, ecele gider, ardında ağlayan çocuk bırakır,” mesajı iletmişlerdi bu poster aracılığıyla. Askerdeki kardeşi bu kartpostalı anacığına gönderdiğinde: asker ocağında oğlu hasret çekiyor diye göz yaşı dinmemişti günlerce kadıncağızın.
Nuri Bey’in söyledikleri, patronu Recai Bey’in söylediklerinden çok farklıydı.
“Konya Kulu’luyum. Bizim oranın genç erkekleri yaban ellerine gidip, Alamancı oldular ya!. Eşlerini, çocuklarını, atalarını buralarda bırakıp. İki-üç yılda bir geldiler memlekete. Her geldiklerinde ‘avratlarımız bir daha ana olsun!’ dediler. Ama Alaman elinde de tek durmayıp, birer Helga buldular.
“Buradaki çocuklar babalarını bilmeden, yüzlerini bile unutarak büyüdüler. O gözyaşı donmuş çocuk, Şereflikoçhisarlı Alamancı bir babanın çocuğuymuş. İzne gelen bir hemşerisi çekmiş o fotoğrafı. Oğlunun hasretine ‘sözüm ona ‘ dayanamayan babasına götürmek için. Oysa adam, Alamanya’daki Helga’dan yaptığı çocuğa kardeşini tanıtmak için istemiş o fotoğrafı. Fotoğraf çekilirken çocuk ağlamaya başlamış.
“Nasılsa, bu fotoğraf önce gurbet ellerde, sonra anavatanda dolanmaya başlamış. Hasretin, özlemin, geride bırakılanların, çocukluğunu yaşayamayanların sembolü oldu sanki. Pek bir sevdik o çocuğu, biz şoförler. Asıverdik kamyonlarımızın camına.”
Yüzlerce ağlayan çocuk fotoğrafı
Büyük bir hararetle bu konuşmalar yapılırken, Sıddık Bey, sanki aramızda yok gibiydi.O başka yerlerde geziniyordu. Bir ara Recai Bey’le göz göze geldiler. Kafasını öne eğip, bir sigara daha yakıp, masadan kalktı.
Hüseyin “ne önemliymiş bu fotoğraf böyle!’ deyip, ardından ekledi: 25 yıl önceki bir fotoğrafı efsane yapmışsınız, el birliğiyle. Çok istiyorsanız, bizim oralardan ağlayan, ağlatılan yüzlerce kız- oğlan çocuk fotoğrafı çekerim sizin için.
Zübeyde’nin öylesine, laf olsun diye sorduğu bir soru hepimizin kafasını karıştırmıştı. Herkesin iştahı kaçmış, o güzelim fırın sütlaçlar da mundar olmuştu. Bir süreliğine söz tatile girdi sanki: herkes sustu.
O çocuk şimdi otuzunda
Konuşulanları büyük bir dikkatle dinleyen Emre, sessizliği bozdu:
“Ağlayan çocuk aslında, ağlayan palyaço, Irak savaşındaki karabatak, akbaba tarafından az sonra yenilecek Afrikalı iskelete dönmüş bebektir. Popüler kültür ürünü bunlar. Yabancılar ‘kitsch’ der böyle şeylere. Hem 80 yılında ağlayan o çocuk şimdi otuzundadır. Ağlamayla zırlamayla bir şey olmayacağını anlamıştır, merak etmeyin. Siz boşuna ruhunuzu yoruyorsunuz!
Dağıldığımı hissettim Emre’yi dinlerken. Garsonun “buyrunnnn” sözüyle irkildim. Kahvelerimiz gelmişti.
Yanımızdan ayrılırken garson cebinden çıkardığı bir kart koydu masaya: Alın, ağlayan çocuğunuzu. Depremde yıkıntıların arasında bulmuştum. ‘Veresiye verenin’ çerçevesine sıkıştırdığım bu fotoğraf her baktığımda kötü ediyor beni. Sizin olsun.” dediğinde kimse uzanmadı, hatta bakmadı fotoğrafa.
``Ağlarım ben halime``
Keyfimiz iyice kaçmıştı. Sıddık Bey’in sandalyesine oturduğunun bile ayrımına varmamıştım. Kibriti söndürürken gözlerinin kıpkırmızı olduğunu fısıldadı, Zübeyde.
Uzanıp, masadaki kartpostalı eline aldı ve “O benim damdan düşen kızımdı.” derken, sesi gırtlağından değil de, dağların şahikasından geliyordu sanki.
“Hayır, o benim üç gün önce ateşler içinde babaannesine bıraktığım, dört saat sonra da kavuşacağım oğlumdu” diyemedim.
Darmadağınık olmuştuk. Birden Zeki Müren katıldı sanki aramıza: “Ağlarım, ben halime!” (ŞD/BA)
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.