Menekşe Hanım: Huzurevinde Bir Leydi
Karanfilli sigarası, asaletine uygunsuz (!) kelle zevki, makinede yıkanabilirliğiyle övündüğü plastik oyun kağıtları, acı badem losyonu, ‘swan’ marka pudriyeri, giysisine uysun-uymasın taktığı fularıyla ‘efenimm’leriyle huzurevi mozaiğindeki ebruli…
Limonata kokan yazdan kalma bir ekim öğlesinde, kafamı toplamak için çıktığım bahçedeki bankta oturmuş kahvemi içerken, ilişivermişti yanıma. Söz döndü, dolaştı, derken…
“Birinci dünya savaşıyla aynı gün doğmuşum. Üçüncü çocuğunu doğuran anneme, çok sevdiği eşine -bir kez daha- erkek çocuk verememenin ezikliğini yaşatmışım. Mülkiye müfettişi olan babam, çok sık ve uzun süreli göreve gittiğinden en küçüğümüz Tahir doğduğunda Bandırma’da yaşayan büyükbabamın yanında yerleştik.
Gözlerimi kapatsam bile resmini yapabileceğim tek yer: Bandırma.
Hayatımdaki tek aşkım
Müşfik, sevecen, hassas, zarif, yılın on bir ayında olmayan bir eşle beş çocuk büyütme mücadelesi veren, çok bunaldığında piyano çalarak kendini rahatlatan annem…
Ailesine düşkün, ‘şımartırım’ korkusuyla çocuklarını uykuda seven, dünyanın en yakışıklı adamı: Babam.
Hayatımdaki tek aşkım. Yazmayı çok sevdiğimden benimle mektup aracılığıyla yarenlik ederken, ‘sana söylüyorum Ortanca’m, siz anlayın diğer çocuklarım’ tavrını benimseyen, benimle çok özel iletişimi olan babam.
Gönlümün düştüğü Nurettin
Sanata, -edebiyat, müzik- sosyal yaşama düşkün, en az lise mezunu kardeşlerim. Becerikli, modeller çizerek kendine ve kız kardeşlerine giysiler diken, okul yıllarındaki jimnastik başarısını, sonra dans merakına dönüştüren, şiirler yazan ‘menekşe’ değil kahverengi gözlü Menekşe.
Hayatımda en mutlu an: Babamın vali olduğunu öğrendiğim an. Hiç unutamadığım: ilk kez mayoyla İzmir’de denize girişim. İlk travmam, ilk kaybım: Köpeğim Popüler’in ölümü.
Genç kızlığımda kendisine gönlümün düştüğünden habersiz -acaba?- hariciyeci uzak akraba Nurettin.
Kısmetlerimi önemsemeyişime anlam veremeseler de, sormaktan imtina eden ailem.
Ve Mukadder ile Mukaddes
Rakamlar ve Mukadder’in kıskançlık krizleri, Muhasebat Umum Müdürlüğündeki memuriyetimden istifama – ve pişmanlığıma- neden oldu.
Sekiz yıl peşimden koşan, babamın öldüğü gün; ‘hemen evlenelim’ deyip, -37 yaşında iken- evleniverdiğim kocam: saksofon sanatçısı, konservatuar öğretim görevlisi, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni orkestrası üyesi Mukadder.
Ev süpürmekten, silmekten kadınlığa dair her rolden nefret ettim. ‘Evlenmek: kabullenmekti.’ bana göre. Oğlum doğana dek, kocamın ülke içi-dışı her konserinde yanında olmak güzeldi.
Sonra… yoruldum, bitkin düştüm, payandasız -annemsiz- kaldım.
Doğum anındaki komplikasyon Mukaddes’in epileptik -hastalık da asabi, haşarı, şımarık bir çocuk- olmasına yol açtı. Eşimi kaybettiğimde, oğlum birincilikle kazanacağı konservatuar sınavındaydı.
Doğurduğumun şiddeti
Okumayı değil, alkolü sevdi oğlum. Epilepsi ilaçlarını alkolle alıyordu. Dul-yetim aylığımız, alkol parasına yetmedikçe, doğurduğumun şiddetine maruz kalıyordum. Yarım bıraktığı bağımlılık tedavileri işe yaramadı.
Aşırı stres.. karnımda 6.5 kg.lık ur.. riskli ameliyat.. Su bardağı taşımamın bile yasaklanışı.. Hastalığıma doz aşımıyla katlanabileceğini sanan oğul..
Öz bakımını bile artık yapamayan Mukaddes’in torpille Bakırköy Ruh ve Akıl Hastalıkları Hastanesine yerleştirilmesi.. Kimseden -kardeşlerim dahil- destek görmeyişim.. huzurevi kararım!” diye bir çırpıda anlatıverdi.
Rebulun kokusu
Dünyasının yeni üyesi olarak; ana çizgilerini bildiğim hayatını, boşluk bırakarak anlatıp, di(n)leyeni kara deliklerini doldurmayla vazifelendirmişti.
Boyunu daha da kısaltan kamburu, firketeli-çivili topuzu, gümüş baryajlı saçları, yüzüne büyük gelen gözlüğü, çizgi dudaklarındaki pembemsi ruju, incili yonca küpesi, ödemli bacakları, manikürlü rakı beyazı ojeli parmaklarıyla kamufle ettiği yaşlılık lekeli elleri, portföy çantası, lastik kesleri, eprimiş yaz-kış sadece bluz/ kazak değiştirerek giydiği koyu renk döpiyes(ler)iyle fark ediliverirdi. Kapsama alanıma girdiğini -rebul- lavanta kokusundan anlardım.
Zıtların kadınıydı: hem girişken, hassas, teslimiyetçi, belirleyici, ‘hayır’cı, duygusal, geniş sınırlı, bir şeylere umarsız, ketum, bencildi; hem de çekingen, dümdüz, inatçı, edilgen, ‘peki’ci, zarif, duyarsız, dar sınırlı, na-ketum vücut dilli, bir şeylerle pazarlıkçı, dayanışmacı…
Hayatının bazı maddelerine -sadece kendinin bildiği nedenlerle- çekince koyarak, pasif direnç geliştirmişti. Yıllardır ilaçla uyumasının nedeni: geçmişinin üzerinden yağlı boyayla geçmesi mi? geç(e)memesi mi? bilmiyorum.
Sanatsal -ücretsiz- aktivitelere katılımda baş rolü çaldırmaz, ücretli etkinliklere katılmaya yanaşmazdı. Huzurevi ücretini ödedikten sonra elinde kalanın çoğunu oğluna gönderdiğini bilen el işi atölyesindeki arkadaşları punduna getirir, katılımını sağlardı.
Mozaikteki ebruli
Güne, Tarkan şarkıları eşliğinde sport(wo)men arkadaşlarıyla yaptığı salon jimnastiğiyle başlar, teri kuruyunca kahvesini içmeye giderdi.
Atölyenin çalışkan-disiplinli öğrencisinin, dilini dışarıya çıkararak tüm ciddiyetiyle seramik hamurundan yufka açarken ki şirinliği görülmeğe değerdi.
Çok keyiflendiğinde içtiği karanfilli sigarası, asaletine uygunsuz(!) kelle -sakatat- zevki, makinede yıkanabilirliğiyle övündüğü plastik oyun kağıtları, yüz kozmetiği acı badem losyonu, ‘swan’ marka pudriyeri, giysisine uysun-uymasın taktığı -sayısı az- fularıyla ‘efenimm’le başlayan konuşmasıyla huzurevi mozaiğindeki ebruli bir renkti.
Sevgili Menekşe Hanım: “Ben hiç sevmedim aynaları. Çok ender baktım onlara. Beni dinle: başkalarını mutlu etmeye çalışmak pespayelik.Vazgeç! Sıkça aynaya bak!” düsturunu her zaman yaşama geçiremediğim için özür borcum var size
Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.